YER : SAİT TANIŞ KÜLTÜR MERKEZİ
TARİH :11/ 10/ 2014
KATILIMCILAR
DERNEK, VAKIF VE GİRİŞİMLER
1/ Sakarya Fikir Kulübü-Şadi Tanış
2/ Değirmen Dergisi- Rüstem Budak
3/ MAZLUMDER- Turgay Etçibaşı
4/ HDK – Veysel Saka
MESLEK ODALARI
1/ İnşaat Mühendisleri Odası- Hüsnü Gürpınar
SENDİKALAR
1 / Eğitim İlke-Sen – Beytullah Önce
KANAAT ÖNDERİ VE BİREYLER
1/ Faik Bostancı
2/ Şaban Günel
3/ Ömer Yaşar
GÖZLEMCİLER
1/ Kadir Balçın
2/ Atilla Yeniay
KATILAN MİLLETVEKİLLERİ yok
BELEDİYE BAŞKANLARI yok
MESAJ YOLLAYANLAR
1/
DİĞER KATILIMCILAR
1/
2/
3/
MEDYA
1/
GENEL GÜNDEM:
Ortadoğu'da Değişen Dengeler ve Türkiye'nin Dış Politikası
Rüstem Budak – Geçmişi bugünden itibaren değerlendirmek gerekirse, dünyada bir küresel düzen kurucular var, bir de yerelde varolan, güç kazanmaya çalışan, devlet olmaya da toplumsallaşmaya çalışan yapılar da var. Tabi bununla birlikte bir de imparatorluklar çağından sonra yaşadığımız ulus-devlet krizi var. Şu an Ortadoğu’da da bunu yaşıyoruz. Tabi bu modelleme yüz yıl önce dayatılmıştı ve bu modellemenin tutarlı olmadığı da görülüyor. Çünkü Mısırlı diye bir ırk yok ya da Irak, Suriye gibi ülkelerde yaşayanlar da Arap… Diğer taraftan yereldeki düzen kurucuların henüz bölgede kontrolü ele almadığı da görülüyor. Ortadoğu’daki bu aktörler, daha çok küresel aktörlerin beklentilerine göre politikalarını belirliyorlar. Bütün bunlar içinde Türkiye de bir rol almaya çalışıyor, sonuçta bu bölgede yaşıyor, Osmanlı mirasından dolayı da bu bölge ilgisini cezbediyor. Tabi bu tarihsel olarak da, kültürel olarak da referansları var. Bazı yerlerle Türkmenlerle ilişkilerinden dolayı ilgileniyor, bazı yerlerde Kürtler olduğu için ilgileniyor, bazı yerlerle İslami bir toplum duyarlılığından, referanslardan dolayı ilgileniyor. Şimdi de bu referanslarla bir yol tutturmaya çalışıyor. Tabi 2000’li yıllara kadar ABD-İngiltere merkezli yaklaşım vardı, 2000li yıllardan sonra daha bağımsız bir yol arayışı başladı. Yine bu da, NATO’dan, AB’den bağımsız değildi tabi… Şimdi Türkiye bir yol arasa da, insanların da kafaları karışık. Yani insanlar da kendilerini nasıl tanımlayacaklarına karar vermiş değil. Sünni-Şii diye mi tanımlayacaklar, ya da yüz yıl önceki modeldeki gibi Türkler, Kürtler, Araplar ve diğer ırklar şeklinde bir tanımlayacaklar… Yoksa bölgesel ekonomik şartlar mı tanımlayacak bu yeni düzeni, yani petrolün belirlediği coğrafya mı belirleyecek, henüz bu konuda bir netlik yok… Bu noktada Türkiye bunlar arasında bir denge yakalaması zor. Ortadoğu parçalanarak değil birleşerek kurulabilir; asabiyetler, yeni ulus-devletlerle değil; kendi içerisinde yeni barış alanları oluşturarak bu durumdan çıkabilir. Yoksa ne Türk ya da Kürt ulusalcılığı ya da Sünni-Şii pragmatizmi sonuç vermeyecektir, bu temeldeki düzenler daha çok kan dökülmesine vesile olacaktır. Türkiye de hem küresel hem de yerel bir aktör olarak barış eksenli bir katkı sağlayabilir. Şayet kendi içinde refah, demokratikleşme, barış, eksenli bir model geliştirirse bunu bölgeye sunabilir ama silah ve şiddete dayalı bir örneklikte çok da başarılı olabileceğini zannetmiyorum.
Veysel Saka – Ortadoğu’da ve Türkiye’de sorunlar var. Filistin sorunu olduğu gibi Kürt sorunu da bunlardan biri. Türkiye’nin de bölgenin en gelişmiş demokrasi olmasına rağmen böyle bir sorunu var… Tabi bir de şimdi Kobani gibi bir sorun da var. PYD lideri Salih Müslim geçtiğimiz günlerde Türkiye’ye geldi. Türkiye’ye geldiğinde yetkililer ona üç öneri sunuyor. Diyorlar ki, bir, Rojava’daki üç kantonu feshet; iki, Kandil’le ilişkilerini kes; üç, ÖSO ile Esad’a karşı savaş. O zaman ne istiyorsunuz, yardım mı, koridor mu, hepsini sağlarız. Türkiye’nin Suriye ile uzun bir sınırı var. Buradaki insanların karşılıklı ilişkileri akrabalıkları var. Bir de Türkiye’nin içerisinde bir demokratikleşme arayışı var, sorunlarımızı çözme çabası var. Ama görüyoruz ki son dört-beş günde Türkiye’de 35 kişi öldü. Bunlar arasında suikast silahlarıyla öldürülenler oldu. Suçlanan da, benim de bulunduğum alandan, sokağa çıkma çağrısı yapanlar oldu. Oysa biz demokratik eylem çağrısı yapmıştık, böyle yakıp-yıkma çağrısı değildi… Bunu bu vesileyle belirtmek isterim… Tabi şunu da görmeli ki, her kim şiddet sarmalına giriyorsa, kim sokağa çıkıyorsa, kimse kargaşa, kaos ortamına kapılıyorsa, bunun da gerekçeleri var. Bu noktada, bu ülkenin varolan mevcut iktidar anlayışlarını değiştirerek, demokratikleşme alanlarını genişleterek bu sorunu çözmemiz gerekiyor. Şiddetle, yıkmakla çözemediğimiz ortamda.
Şadi Tanış – Karşı karşıya kaldığımız olaya iki türlü bakmak gerekiyor. Birincisi Suriye’de, sınırda neler oluyor? İkincisi bunun bizim vatandaşlarımıza etkisi nasıl oluyor? Şu an dışarıda bir vahşet, bir katliam, bir savaş yaşanıyor. Bir de bizim sınırlarımızda, bu savaşın daha da büyüme ihtimali var. Devlet yetkilileri de bunu düşünüyordur. Bizim bu konuda, kendi vatandaşlarımız arasında düşmanlık yaratacak oluşumların kaldırılmasının birinci önceliğimiz olduğunu düşünüyorum. Son birkaç günde Türkiye’de 20-25 kişi öldü ama bu çatışmalarda, toplumun farklı kesimlerinin birbirine silah çektiğini de gördük. Dolayısıyla kendi içimizde bir kan davasının oluşmasının önü hemen kesilmelidir… Bu olaylar yaşanırken dikkatimi çeken bir diğer husus, sokak çatışmalarında yaş ortalamasının çok düşmesi. Küçük çocuklar kullanılıyor. Yine bir şey daha dikkatimi çekti. Saldırılarda ilk hedef okullar yakılıyor. Çocuklar zaten okullara mesafeli çünkü okullar sevimli yerler değil. Acaba bu şekilde, okullar yakılarak, çocukların bu okullardan uzaklaşması sağlanarak, sokak eylemlerine karışmaları mı isteniyor diye düşünüyorum. Bu kendi vehmim de olabilir ama dikkat çekici olduğu kesin… Devlet aklı da bir yerlere gitmiş durumda… Diğer taraftan, göstericilerin taranmasını teklif edecek kadar bir akıl tutulması da yaşanıyor. Yani o çocukların ölmesi isteniyor sanki… Cumhurbaşkanı, polise verilen yetkilerin arttırılmasını istiyor. Hakikaten, insanlık değerlerimizi yitirmeye başladığımızı düşünüyorum. Hepimizin bir durup düşünmesi gerekiyor bu gidişat nereye diye…
Turgay Etçibaşı – Ben Ortadoğu’daki olayları güncel değil de hem tarihsel hem de dini bir açıdan ele almak istiyorum. Hatta meselenin 1453’e kadar uzandığını düşünüyorum. Meselenin bir boyutunda Hristiyanlık var, bir tarafında Yahudilik var. Geçmişte Hristiyanlar ve Yahudiler Avrupa’da birlikte yaşıyorlar ama Yahudiler batıda insanca muamele görmüyordu. Çünkü Hristiyanlar, Yahudileri kendi peygamberlerini öldürmekle suçluyordu. Ama bir kısım Yahudi de zaman içinde şuna inanmaya başladı: Biz sizin tanrınızı öldürdük ama geri getirebiliriz. Bunun için önce bir savaşın çıkması lazım, o zaman sizin tanrınız Mesih olarak yeryüzüne iner. Diğer taraftan da kurtuluş için İsrail’in kurulması gerektiğine inanıyorlar. Yani şu anda karşımızda ekonomik, siyasal ve askeri gücü temsil eden bloklar var ve bu blokların dini anlayışları güçlü. Yani bir taraf dünyaya hükmedeceğini, diğer tarafta bunun için çıkacak savaşta ölerek, cennete gideceklerine inanıyor. İşte Ortadoğu’da son dönemdeki karmaşıklıkları, bu savaşın türbülans dönemi gibi görebiliriz… Yani sürekli olarak işin siyasi yönü konuşuluyor ama dini faktörler nedense hiç konuşulmuyor… Oysa karşımızdaki bloklar, İslam coğrafyasını dümdüz ediyor… Ben bu olayların üç-beş gün içinde biteceğine de inanmıyorum.
Atilla Yeniay – Barış, esenlik elbette önemli. Türkiye de bunu istiyor ama son dönemde bölgede yaşanan gelişmeler Türkiye’yi etkiliyor. Birkaç yıldır Arap baharı denilen bir süreç var. Bakıyorum, Tunus’ta başlayan bu süreç bize kaostan başka bir şey getirmedi. Oysa ilk başladığında bu süreç bize çok pozitif bir şekilde anlatılmıştı. Şimdi baktığımızda ise Tunus karışık, Mısır’da çok ağır bir darbe oldu, Suriye ise son olayların merkezinde… Burada ben bir iç savaş olduğunu da zannetmiyorum, çünkü ülkeye dışarıdan gelen çok fazla savaşçı güç var. Bugün Kobani’yi konuşuyoruz ama burada çıkan olaylar sadece Kobani’yle sınırlı değil. Bugün kapımıza dayandığı için daha çok konuşuyoruz ama son birkaç yıldır Suriye’nin her tarafı bu şekildeydi… Bu noktada Türkiye de, bölgedeki doğal dengeleri gözetmedi. Dayatılan bazı planlara destek verdi. Özellikle İhvan’a odaklanılarak yapılan siyaset bazı açmazları beraberinde getirdi. Şimdi bunu yeniden gözden geçirmeli…
Ömer Yaşar – Karşılaştığımız olaylara bakınca kafamın karışık olduğunu düşünüyordum, dinleyince sizin de benzer kafa karışıklıkları yaşadığını fark ettim. Niye kafalarımız karışıyor? Bildiğiniz gibi gazetecilik geçmişim var. Yaşadığımız bu çağda, bu dönemde önümüze gelen yayınların kimler tarafından bize yönlendirildiğini, hangi odalarda kritik edilerek bize gönderildiğini hepiniz biliyorsunuz. Ordan gelen verileri, bizim anlayabilmemiz için iyi bir altyapı gerekiyor. Örneğin düne kadar kimsenin bilmediği, şimdi kişilerin “nerden çıktı” diye sunum yaptıkları IŞİD sorunu var. Irak’ı biliyorduk, Suriye çıktı, Tunus dendi, Arap Baharı dendi… Bu akşam burada Kobani’yi konuştuk. Kürdün karşısına Türk konuluyor, ama bu tam olarak böyle değil… Böyle demekle yanlış yapıyoruz. Oysa mesele Türk-Kürt değil PKK meselesi. Bunu böyle konuşmayınca, korkuyorum ki bizi birbirimize düşürecekler, bizi birbirimize düşerecekler. Bakıyorum, sanki üçüncü dünya harbinin hazırlığı yapılıyor gibi. Bunu kim kazanır? Ölmeye hazır olanlar kazanır… Ama olanları ne kadar anlıyoruz, anlatılanlar ne kadar sahih, bunları da bilemiyoruz… Konuşulanlara bakıyoruz, dün bugünü tutmuyor. Karanlık odalarda konuşulanlar da var. Ama bakıyoruz, sanki her tarafta bir inanç çatışması da var. Herkesin bir hesabı var. İslam aleminin bu olanlar karşısında bir hesabı var mı diye bakıyorum, böyle bir şey var gibi de durmuyor. Şahsen ben, yanlış anlaşılma endişesiyle söylüyorum bunu, Kobani’deki olaylara sadece Kürtler olduğu için yaklaşanlara da kızıyorum. Yani Arap Baharı anlatımı içerisinde olanlara bakınca, ne insanların öldüğünü görüyoruz. Oysa bizim için ölenlerin Türkü, Kürdü olmamalı… Irkçı emperyalizm karşısında hepimiz biriz. O halde İmralı da, Türkiye’nin başı da, bu ülkenin insanlarını, Edirne’den Hakkari’ye kadar tüm insanlarını seviyorsa, gerçekten ölüme karşıysalar, doğru hareket etmeli.
Muharrem Demircan – Televizyonda bir kare gördüm. Hep gördüğümüz bir kare ama bu kez daha çok dikkatimi çekti. Kobani dolayısıyla İstanbul’da eylemler oluyor. Yol kapatılmış, ateş filan yakılmış, taş atılıyor. O sırada oradan da geçen bir kadın var, yanında da küçük çocuğu var. Kimse o esnada o kadına “senin ne işin var burada, nereye geçiyorsun” filan da demiyor. Sadece ortada olanlar asker, polis ve bir de siyasal iddiası olan bireyler arasında. Siyasal bir iddiası olmayan insanlar ise olayları seyrediyor, karşıdan karşıya geçiyor, yoluna devam ediyor. Tablo aslında bu. Yani bu savaş, bütün toplumu etkileyen bir savaş olmakla birlikte, toplumun büyük bir kısmı buna karışmamayı tercih ediyor, sanırım bundan sonra da böyle olacak… Belki bu noktada, süreci daha derinden almak gerekiyordur. Türkiye bu tür olayları ilk kez yaşamıyor. Örneğin 1950’lili yıllarda yaşanan bir süreç var, sonunda Adnan Menderes idam ediliyor ve yeni bir sahne açılıyor. Bundan sonraki dönemde başka bir Arap Baharı var, Baas partileri, görece bir ilerleme olarak görülüyor. Türkiye ise o dönem, bir ulus-devlet olarak Ortadoğu’daki karmaşadan kendine alan alarak çıkmaya çalışıyor. Buna benzer bir sahneyi Özal döneminde de yaşıyoruz. Bir verip-üç alma politikaları gündeme geliyor. Yani Türkiye, dünya sisteminin krize girdiği her dönemde, aslında kendince bazı hamleler yapıyor. 2002 ve 2008’de de, dünya sisteminin girdiği krizi fırsat bilip, kendi bölgesel gücünü arttırıyor. Ne zaman sistem işlerini yoluna oturtuyor, Türkiye bir buhrana giriyor. Ama her seferinde biraz daha mesafe alınmış oluyor. Örneğin Menderes ve Demirel dönemlerinde ülke imar ediliyor, Özal döneminde iç pazar gelişiyor, Erdoğan döneminde ise artık kendi teknolojisini üretmeye filan başlıyor. Bugün Menderes ve Özal döneminde olmadığı kadar saldırgan bir politika izleniyor, çünkü özgüveni de artmış vaziyette… Tabi Türkiye Cumhuriyeti tüm bu aşamaları yaşarken, kendi içinde PKK karşısında istediğini de elde edebilmiş değil. Eğer Türkiye Cumhuriyeti, Ortadoğu’da ne kadar etnik ya da dini devlet kurulacaksa buna izin vermeli, yoksa öbür türlüsü olmayacak. Şayet bölgede devletler oluşursa, ilişkiler de değişecek. Böylece Türkiye, kendi bölgesel pazarını kurabilecek. Amerika kendi iç pazarını kurdu, Avrupa kendi iç pazarını kurdu. Bir tek Ortadoğu kendi bölgesel pazarını kuramadı, bütün kavga da burada oluyor…
Beytullah Önce – Ortadoğu’nun birkaç temel çatışma alanı var. Öncelikle İsrail’in Filistin’i işgali. Bunu en temel çatışma alanı olarak değerlendiriyorum çünkü birçok krizin altında, bölge dışı emperyal güçlerin hesaplarında İsrail’in güvenliğini sağlama kaygısı yer alıyor. Diğer çatışma alanları ise daha çok kimlikler üzerinde şekilleniyor. Etnik, dini, mezhebi ve kabile yada ailevi kimlik. Her ne kadar bu kimlik problemleri modern dönemin getirdiği problemler gibi görünse de, ben bu çatışmaların tarihsel bir süreklilik içinde, iktidar mücadelesinin motifleri olarak her dönem var oldukları kanaatindeyim. Son birkaç yüzyıllık süreç ise bu kimliklerin giderek atomize edildiği ve birbirine karşı konuşlandırıldığı bir süreç oldu. Bugün geldiğimiz noktada ise, bölgedeki devlet iktidarları, bu kimlikler arasındaki kavgayı, kendi iktidarlarını sürdürebilmenin zemini olarak görüyor ve buna ciddi yatırımlar yapıyorlar. Haliyle sürdürülebilir ve kontrol edilebilir düzeyde kaldığı sürece, bu kimlik çatışmaları devletlerin halklar nezdindeki en büyük kazanımı oluyor. Türkiye’de de devletin izlediği politikayı bu bağlamda ele alıyorum. Devletin Anadolu ve Mezopotamya’daki politikası bu çatışmalara göre şekilleniyor ve en temel parametresini Kürtler oluşturuyor. Çünkü bu halkın kaderi, tüm bölge devletlerinin kaderini tayin etme potansiyeli taşıyor. İşte gerek Kobani’de ortaya çıkan durumu, gerekse Irak ve Suriye’deki politikaları bu noktadan değerlendiriyorum… Şayet biz, büyük bir barışı yakalayacaksak, Kürt meselesinde kalıcı ve sürdürülebilir bir çözüm sağlayacaksak, işe Suruç ve Kobani arasındaki sınırın gerçekçi olmadığını kavrayarak başlayabiliriz. Bu coğrafyada akan kanın gerçekten son bulması ise her türlü siyasal, kültürel, eğitsel ve sosyal haklar konusunda tam bir eşitliğin, adaletin ve özgürlüğün sağlanması ile mümkün.
ÖNERİLER
Gündeme dair temennilerin ötesinde somut bir öneri olmadı.
ORTAK SONUÇ
Ortak bir sonuç çıkarılmadı.
DEĞERLENDİRME
Sakarya küçük Milet Meclisi Ekim ayı oturuma katılan konuşmacılar, gündeme bağlı kalarak fakat daha çok gündemin kendileriyle ilgili boyutlarını öne çıkardılar. Bölge devletlerinin ulus-devlet bakış açısıyla izlediği politikalara yönelik genel eleştirilerde bulundular, fakat konuşmalar ağırlıklı olarak dış politikanın özellikle ülke gündeminde yarattığı sonuçlar ekseninde yapıldı, gündem de bu açıdan değerlendirildi. Kobani’de yaşanan olaylar ve buna yönelik ülkede düzenlenen protestolarda yaşananlar, tüm konuşmacıların gündemindeydi. Katılımcıların Kürt meselesinin barışçıl bir süreç içinde çözüm konusunda temennilerde bulunduğu anlaşıldı. Bu minvalde, Kobani gösterilerinin sürecin kırılganlığını ortaya koyduğu yönünde değerlendirmelerde bulunuldu.
İLETİŞİM
SİVİL TOPLUM İLE
25 sivil toplum örgütüne duyuru yapıldı. E- mail, mesaj ve telefon ile ulaşıldı. Bazılarına doğrudan ziyaretlerde bulunuldu.
MİLLETVEKİLLERİ İLE
Sakarya Milletvekilleri Hasan Ali Çelik- Ayşenur İslam- Ali İhsan Yavuz- Ayhan Sefer Üstün- Münir Kutluata- Engin Özkoç