YER: Çankaya Bld. Ek Binası Mithatpaşa Cad. No:52 Giriş Kat Kızılay
TARİH: 8 Aralık Cumartesi
KATILIMCILAR
DERNEK, VAKIF VE GİRİŞİMLER
1 / Alternatif Düşünce Kuruluşu (Fazilet Çulha – Başkan)
2 / Hak İnisiyatifi (Mehmet Can Çağlayan – Üye)
3 / Öğrenci Velileri Derneği (Enver Önder – Başkan)
4 / Kırmızı Çizgimiz Yok Derneği (Mahmut Emin Avcı – Başkan)
5 / Eğitim-Sen 1 No'lu Şube (Nazmiye Saral – Eğitim Sekreteri)
6 / Doğal Yaşam Derneği (Yıldırım Kaya – Başkan)
7 / Çiğdemim Derneği (Fatih Fethi Aksoy – YK Başkanı)
8 / Eğitimde Görme Engelliler Derneği (Şeyma Büyükurvay – Üye)
9 / Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi (Mahmut Konuk – Üye)
10 / Atatürk Çizgisi Platformu (Metin Genç – Başkan)
11 / Ankara Dayanışma Akademisi (Işıl Ünal – Üye)
12 / Özgür Eğitim Sendikası (Mehmet Yıldız – Basın Yayın Sek.)
13 / İnsan Hakları Derneği (Hüseyin Küçükbalaban – YK Üyesi)
14 / Evcikuzkışla Yardımlaşma Derneği (Hürdoğan Aydoğdu – Başkan)
ÖZEL KONUK
1 / Funda Şenol Cantek – Araştırmacı
MİLLETVEKİLİ
1 / Kemal Bülbül – HDP Antalya Milletvekili
SİYASİ PARTİ TEMSİLCİSİ
1 / Yusuf Yalanız – Saadet Partisi Sosyal İşler Başkan Yardımcısı
MODERATÖR
Oya Özden
GENEL KONU: MEB 2023 Eğitim Vizyonu Politikası
YEREL KONU: Gazeteciliğin Membaı: Rüzgarlı Sokak
KONUŞULANLAR
1 / Mahmut Emin Avcı: Sunumda ders müfredatları ve ilkokul yaş sınırı belirtilmemiş. İlkokul dönemimi hatırlıyorum. 7-8 yaşlarında ilkokula gidiyorduk. Çocukluğumuzda çeşitli oyunlar oynardık. Şimdi çocuklar sanal bir dünyanın içerisindeler. Çocuklara ezbere dayalı eğitim veriliyor ve küçük yaşta eğitime zorlanıyorlar. Bunun yarar getirmeyeceğini düşünüyorum. Finlandiya'da zorunlu eğitim yaşı 7. Yaşları ne olursa olsun okula yürüyerek ya da bisikletle gidiyorlar. Finn kültürü çocukların bağımsız yetişmesini önemsiyor. Müfredatı basit ve genel bir çerçevede. İlk 6 yıl not verilmiyor. 8. sınıfın sonuna kadar not zorunluluğu yok. Sadece 16 yaşlarındayken ülke çapında genel bir sınava giriyorlar. Sosyal ve sanatsal aktivitelere ağırlık vermişler. Buna rağmen Finlandiya'nın eğitimdeki başarısı PİSA'da her zaman en üstte yer alıyor. En son 15 yaşındaki 540 bin öğrenci arasında yapılan değerlendirmede, 72 ekonomik bölge ve ülkeden 35'ini Avrupa Ekonomik İşbirliği üyeleri almış. Bunun içinde Türkiye 50. sırada, Finlandiya 5. sırada. Okuma sıralamasında Finlandiya 4. sırada. Bizim çocukları bilgiyle boğmamamız, çocukluk çağlarını yaşamalarına imkan tanımamız gerekiyor. Sporu, sanatı öğrenmeleri gerekiyor. Çocukların gelişiminde bu çok önemli. İskandinav ve Avrupa ülkelerinde de benzer sistem var. Türkiye'de sürekli müfredat değişiyor. Çocuklar deneme tahtası gibi kullanılıyor.
2 / Şeyma Büyükurvay: 2023 Eğitim Vizyonu eğitim adına umut verici. Bireysel farklılıkların odak alındığı, eğitimin herkesi eşit biçimde kapsadığı ve okulların niteliklerinin birbirine yaklaştırılmasının hedeflendiği bu vizyon, Eğitimde Görme Engelliler Derneğinin çalışma ilkeleriyle doğrudan ilgili. Karşılaştığımız en büyük sorun, önyargılar. Bu nedenle engelli bireylerin hakları değil, engellilere yardım etmek ön planda. İlgili kurumlarca, engellilik konusunda farkındalık çalışmaları yapılmalı ve MEB bu konuda öncü rol üstlenmeli. Evrensel tasarım ve farkındalıkla ilişkilendirilebilecek tüm fakültelerde ve bölümlerde engellilik hakkında dersler arttırılmalıdır. Mevcut olanların içeriği ve niteliği ise zenginleştirilmelidir. Özel eğitim öğretmenliği bölümleri yeniden her engel grubu için ayrı lisans programı şeklinde düzenlenmelidir. Engellilere yardım amaçlı para zarflarının toplanması kesinlikle yasaklanmalıdır. Engelli bireylerin ailelerinin bilgilendirilmesi ve engelli bireylerin bağımsız yaşam becerileri kazanmasıyla ilgili her kademede eğitimler düzenlenmeli. Yükseköğretim kurumları dahil birçok okulda mekansal erişim ve bilgiye erişim sorunları yaşanmakta. Bunlar da saptanmalı ve çözümler üretilmeli. MEB ders kitapları, EBA ya da Fatih projesi gibi tüm hizmetlerini erişilebilir kılmalı. Planlanan yeni bir hizmet en baştan erişilebilir planlanmalıdır. Görme engelli öğrenci ve öğretmenlerin kabartma yazılı ders kitapları diğer öğrencilerle aynı zamanda gönderilmelidir. Yerel ve merkezi sınavlarda görme engelli öğrenciler mağdur olmakta. Bağımsızlık ve teknoloji temelli çözümler üretilmeli. Engelli bireylerin kariyer planlamaları da sınırlı. Öğretmen ve aileler tarafından engellilere uygun meslekler telkin edilerek, tercihleri sınırlandırılmaktadır. Bireyler iş ararken de engelli oldukları için ayrımcılığa uğruyorlar. İşverenlerin bilinçlendirilmesi yönünde yasal düzenlemeler yapılmalı. Özelde ve kamuda engelli bireylerin maruz bırakıldığı mobbingler ve kendi alanlarında çalışmaları ile ilgili sorunlar saptanmalı ve çözülmeli. Bu çalışmalar sürecinde deneyim sahibi engelli bireyler aktif yer almalı. Biz de dernek olarak bu süreçlere katkı sağlamak isteriz.
3 / Fatih Fehmi Aksoy: Vizyon belgesinde genel anlamda olumlu şeyler var ama içeriği kısıtlı kalmış. İçeriğini zaman içinde doldurabilirlerse güzel şeyler çıkabilir diye umut ediyoruz. Rastlayamadığım bir şey var, yaygın eğitim ve öğretimle ilgili çok bir şey bulamadım. Sadece bir sayfada hayat boyu öğrenme diye eklemişler. Onun da içi boş. O konuda eksiği var. Halbuki okullar gerek fiziksel mekanlarıyla gerek insan kaynağıyla yaygın eğitim için de okul dışı saatlerde kullanılabilecek mekanlar olabilir. Bu bir eksiklik. Bunu iletebilecek birileri varsa, belki sonrasında eylem planlarına alabilirler.
4 / Enver Önder: MEB'in açıkladığı, uygular gibi yapmaya çalıştığı 2023 vizyonu, eğitim öğretimi yayından çıkarıp, ilkelerinden uzaklaştırmak ve cehalete açmak ağırlıklı yansımıştır bize. Öncelikle Danıştay'a gönderilen savunmada şimdiye dek yapılan eğitim çalışmalarını aşağılayan, yok sayan yaklaşımı ile dünyayı da Türkiye'yi de kendileriyle birlikte başlamış sayma aymazlığına düşürmüştür. Andımız metninin Danıştay kararına karşın sümen altı edilmesi yetmezmiş gibi konunun öğretmenler arasında tartışılmasının bile yasaklanması, padişah özentisi bir davranıştır. Ensar Vakfı ile MEB arasındaki protokolün yürütmesini Danıştay'ın durdurmuş olmasına karşın, din eğitimi genel müdürlüğü ile imzalanan protokol kapsamında Ensar çocuklara edep ve haya semineri veriyor. Okullar öğretmensiz, 400 bin öğretmen atama bekliyor. İmam hatip çıkışlılar başka kamu kurumları üzerinden MEB'e dolduruluyor. Atanan öğretmenler bile iş ve özlük haklarından yoksun çalışıyorlar. Okullar, tarikat, vakıflar, mesleki ve toplumsal sorumluluğu olmayan gruplara terk edilmektedir. Vizyon sözcüğü kullanılacaksa, ancak vizyonsuzlaştırma olarak kullanılabilir. Öğretim ve eğitim çalışmaları bilimsel ve tarihsel rayından çıkarılarak, sorumsuz kurum, kuruluş ve kişilere bırakılırsa, bundan ancak cehalet ve kargaşa doğar. Vizyon belgesinin sınırlı da olsa sunulan yazılımlarında olumlu şeyler de vardır. Ancak yazılan değil yapılana bakmak önemli. Bugünkü uygulamaların toplumu çağın gereklerine göre hazırlamak yerine çağın gerisine düşürme amacını taşıdığını gözlüyoruz ve buna karşıyız.
5 / Nazmiye Saral: Vizyon belgesinde olması gereken şeyler de var. Örneğin beceri atölyelerinin olması, herkesin bir yüksek lisans programıyla ilişkilendirilebilecek olması gibi. Sertifika programları çok pahalı ve bilimsel tabana sahip değil. Bu vizyonun aslında gerici bir müfredatın devamı olduğu ortada. Bizim de önerebileceğimiz şeyler içermesine rağmen bakış açısı anlamında farklılıklar söz konusu. Çocukların erken okullaşması bizim açımızdan çok büyük bir sorun değil, okul öncesi eğitimin dahil edilmesi gerekmektedir ama ilkokula geçişin daha yaş uygun olmadan olması sorun. Çoğunluğun okula başlama çağı 6 yaş sonrasıdır, çocuklar arasında bireysel farklılıkların olduğunu düşündüğümüzde, tüm çocukları zorlayıcı bir eğitim sistemine dahil etmenin anlamı yok. Burada sorun bilimsel bakıştan yoksundur. Tüm belgeye baktığımızda dinsel bir içerik olduğunu görüyoruz. Rehberlik alanında baktığımızda, okul sistemi ya da hükümetin bakışı içerisinde, biz rehbere öğretmenlere bir bakış söz konusu. Bize kariyer danışmanlığı önerilmekte ama psikolojik danışmanlık dediğimiz kavram ortadan kaldırılmaktadır. Öğretmenleştirme dediğimiz uzmanlaşmayı da yok eden, özellikle de din dersi öğretmenlerinin manevi danışmanlık adı altında okullarda görev almasını sağlayacak bir ilerlemenin peşinde oldukları görülüyor. Almanya'daki Türk çocuklarının mevcut testlerle meslek okullarına yönlendirilmesi, ölçeklerin kültüre uygun olmadığını söylememize rağmen bugün göçmenleri göçle ilgili bir rehberlik alanında dahil ettiklerinde, milli manevi kültürümüze uygun testlerle değerlendirmeye çalışmasında bilimsel hata mevcuttur. Mesleki rehberliğin, mesleki okulların bu kadar erken başlaması, çocuk işçiliğinin bu kadar erkene çekilmesi, karar verecek aşamaya gelmeden, olgunlaşmadan böylesi bir yönlendirmenin bilimsel bir hata olduğunu, ayrımcılığa ve yoksul kesimlerin bu okullara yönlendirilmesine hizmet ettiğini biliyoruz.
6 / Işıl Ünal: Vizyon belgesinin ne olduğu konusunda bakanın bir açıklama yapması gerekiyor çünkü şimdiye kadar böyle bir politika belgesi görmedik. Bu vizyon belgesinin politika belgeleri arasında nereye denk geldiğini, ne kadar bağlayıcı olduğunu, nasıl uygulanması gerektiğini bilmiyoruz. Vizyon belgesinin nasıl hazırlandığına, süreçlerinin nasıl işlediğine dair bir bilgilendirme yok. Bakanın metni, hitabı "insanoğlu" diye başlıyor, zaten metnin cinsiyete bakış açısı da ortaya çıkmış oluyor. Metnin içinde yurttaşlar ve kültürel aidiyetler yok. Bunların hepsi aynı kaba konmuş bireyler, homojen bir toplum varsayımı söz konusu. Herhangi bir politika belgesini farklı başlıklar altında incelemek gerekir. Bunlardan biri bu belgenin toplumla arasında kurduğu bağlantı yani eğitimle toplum arasında hiçbir bağlantı kurulmamış. Eğitim iktisadi politik bir gerçekliktir, eğitim belgesi politik bir belgedir dolayısıyla burada yönetimin politik perspektifini görüyoruz. Öğretmen anlayışı korkunç. Formasyondan, eğitim fakültelerinden bahsediyor ama eğitim fakültelerinde eğitim bilimlerinin ortadan kalktığının farkında değil ya da görmezden geliyor. Eğitim bilimlerinin birçok alanı, alt disiplinler YÖK tarafından silinip kaldırıldı. Eğitim bilimleri olmadan eğitime nasıl bakacaksınız? Bu belge ölçme merkezli bir belge, öğretmen ve insan merkezli değil. Ölçerek öğrenciler hakkında bilgi toplama sistemi öngörmüş, deniyor ki sınavları ortadan kaldıracağız; sınava gerek yok ki artık, zaten herkesin bütün akademik hayatı hakkında arşivler oluşturmuşsunuz. Bu kadar ölçme merkezli bir belgede mizacın nasıl ölçüleceğini ifade etmemiş. İlgi ve yetenekler diye bahsedilirdi, bu belgede ilgi, mizaç ve yetenekler diyor. Öğretmenlerin de cevheri mücevhere çevireceğinden bahsediliyor, bu korkunç bir öğretmen anlayışı. Öğrencilerle ilgili veri toplama söz konusu, burada artık öğrencilerin kendi yeteneklerine göre yönlenmesi söz konusu olamaz. Üzerinde durulması gereken mesleki eğitim.
7 / Hüseyin Küçükbalaban: Böyle bir belgenin hazırlanmış olması, hele hele 16 yıldır eğitimle ilgili müfredat değişimleri yapmış bir iktidarın böyle bir vizyon belgesi hazırlaması, eğitimde işlerin iyi gitmediğini gösterir. Hazırlanan belge ihtiyacı karşılıyor mu? Verilere bakıldığında, geçmişte hazırlananlardan farklı olmadığı ortada. 5 yaşta, yani erken çocukluk döneminde çocukların eğitime erişiminin önemli olduğu yaşta net okullaşma oranı, %66. Lisede %83, ilkokulda %91, ortaokulda %94. Veriler bakanlığın verileri. Türkiye'ye bölgesel bazda baktığımızda, Ağrı'da örneğin %60 ya da Diyarbakır'da ya da Çankırı'da. Kümülatif olarak ifade edilen şey eğitimin erişilebilir olmadığının göstergesi. Halen % 25.71’nde ikili eğitim yapılıyor. Okulların sadece %13’ünde spor salonu var. OECD ülkelerinde, ilkokuldan üniversiteye kadar harcanan para miktarı 10 bin 759 dolar, Türkiye'de 4259 dolar. Zorunlu eğitim 12 yıl ama Türkiye'de insanların eğitim aldığı yıl 7,5 yıl. 1 milyon 334 bin öğrenci taşımalı eğitime tabi. 17 bin köy okulu kapatılmış. Okullarda taşımalı eğitim süreçlerinde servis kazaları, okullarda verilen yemeklerden zehirlenen çocukların sayılarını koyduğunuzda, burasının bile başlı başına bir sorun alanı olduğunu görürsünüz. Vizyon belgesinde şunu görmemiz gerekirdi: Bakan demeliydi ki, ülkemizin taraf olduğu Evrensel İnsan Hakları belgelerinde çocukların eğitim, kültür, çoğulculuğa karşı, çoğulculuğu önleyici hükümlere çekince koymuşuz, biz bunları kaldırıyoruz. Örneğin Çocuk Hakları Sözleşmesi'nin 17, 29 ve 30. maddeleri. Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi'nin 13. maddesi, BM Ekonomik Sosyal Haklar Sözleşmesi'nin ilgili maddeleri. Bunların tarafı olduğumuz AİHM'nin Alevi çocuklarının zorunlu din derslerinden muaf olmasına yönelik kararlarını iç hukuk haline getirip uygulayacağım dese, bence bu vizyondan çok daha güzel bir vizyon ortaya koymuş olur.
8 / Mahmut Konuk: Vizyonda dikkatimi çeken çocuklara öğle yemeği verileceği. Bir seçim yatırımı gibi geliyor bana. üzerinde durulması gereken, bu eğitim vizyonunun İttihat Terakki anlayışını yeniden sistemli hale getirmek üzerine kurulmuş olmasıdır. Bu coğrafyada yaşayan halkların tamamını yok etme, yok sayma anlayışı var. Her dil bir kültürün taşıyıcısıdır. Dilleri yok sayan bir ülkede yaşıyoruz. Oysa bu coğrafya medeniyetler beşiği olan bir coğrafya. Eğitim vizyonu üzerine çarpıcı konuşmaları yapanlar Ermeni vekil Garo Paylan ve Süryani vekil Tuma Çelik. Onların itirazlarını hiç dikkate alan oldu mu? Türkiye'nin tapusu denen Lozan Belgesi'nde yer alan güvencelere rağmen bugün yabancı dil eğitimi alan okulların üzerinde büyük baskılar var, kendi anadillerindeki eğitim yerine zorunlu eğitime sokan dayatmalar var. O okulların eğitim yapmasını engelleyici hükümler ve müfredatlar var. Kürtçe, Lazca gibi diller çabalarına rağmen seçmeli ders olarak okutulabilir. Temel sorun burada. Bu toplumu köksüzleştirme girişimlerinden birisi asimilasyondur. Bir kişiyi dilinden, kimliğinden soyutlarsanız, o kişiyi yeni bir kimliğe büründürmeye çalıştığınızda o kimliğin içinde sırıtır. Bu coğrafya çok dilli ve çok kültürlü bir demokrasinin beşiği olabilirdi. Bu vizyonun ana vurgusu burada aranmalıdır.
9 / Gürcan Onat: Öyle bir coğrafyada bulunuyoruz ki medeniyetlerin buluştuğu yerdeyiz. Şu anda ülkemizde az da olsa Rum, Ermeni, Süryani var. Türk'ün, Kürt'ün ayrı geleneği var. Bunların hepsi dikkate alınmalı. Ama alamıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan beri eskiyi yok etmişiz, yönümüzü batıya çevirmişiz ama insanları yok etmemişiz. Bazı insanlar bu yeni yönü kabullenememişler ama bazıları kabullenmişler. Buradan ilerici-gerici kavgası çıkmış ve hala sürüyor. Birbirlerini dinlemiyorlar ne yazık ki. Ben artık birbirimizi dinleyelim diyorum. Türkiye'deki tüm değerleri dikkate alarak ve bunlara saygı duyarak yeni eğitim sistemimizi oluşturmalıyız. Ak Parti yaptığı için CHP eleştiriyor. CHP yapmış olsaydı da Ak Parti eleştirecekti çünkü siyaset bu şekilde. Milli eğitimimiz şu anda facia. Finlandiya mükemmel bir örnek, onu kendimize uyarlamamız lazım. Kendi sistemimizi yeni baştan yapmalıyız. Farklı kültürler konusunda ortak noktayı bulmalıyız çünkü her kültür geleneğini öğretmek isteyecektir. Bu doğaldır. Birlikte yaşayabileceğimiz değerler üzerinden eğitim vermeliyiz. Adab-ı muaşeret denen, günümüzdeki insan ilişkileri, vatandaşlık bilgisi; ilkokuldan itibaren bu bilgi verilmeli herkese. İnsana saygı öğretilmeli. İnsan hakları ve insan haklarına saygı çok önemli. Hür iradeli, insan ve vatan sevgisine sahip bireylerin yetişmesi lazım. Ezberci değil araştırmacı anlayış ve bilim önemli. En önemlisi çocuklarda okula gitme isteği yok, öğretmende öğretme isteği olmalı.
10 / Mehmet Can Çağlayan: Muhalefet partilerinin eleştirilerini dinledim. Biri daha çok niceliksel bir eleştiri yapmışlar öğretmenler üzerinden. Biri niteliksel bir eleştiri yapmış, eğitim hakkı meselesi üzerinden yaklaşmış, azınlıkların eğitim hakkının engellendiğini belirtmiş. Göçmenlerin ve mültecilerinde de yaşadıkları zorlukları göz önünde bulundurmak lazım. Özellikle son dönemde Suriyeliler çocuklarını okula göndermekte ciddi sorun yaşıyorlar. Burada birkaç derneğin ve vakfın üstlendiği eğitim çalışması var. Suriyeliler Arapça da eğitim görüyorlar belki ama anadilde eğitim farklı bir şey. Belli bir etnisiteye atıf yapılan bir eğitim anlayışı olduğu öne sürüldü. Üniversite 1. ve 2. sınıfa kadar zorunlu olan iki ders var, biri Türk Dili ve Edebiyatı, diğeri İnkılap Tarihi. Üniversitede de aynı anlayış dayatılıyor. Yapısal bir problem var ortada. Azınlık okulları dahil bundan nasibini alıyor. Andımız kaldırıldı ama ruhu duruyor aslında. Türk olmayanları ve etnik unsurları göz önünde bulundurduğunuzda, bu çocukların üzerinde nasıl bir etki doğurduğunu da anlamak gerekiyor. Zorunlu eğitim meselesini de gündeme getirmek lazım. Kürtçe dilde eğitim yok diyoruz ama yeraltına inen medreseler üzerinden eğitim veriliyor. TRT Kûrdi'de neden bir çocuk programı yok? İdeolojik bir kıskaç var.
11 / Yusuf Yalanız: Coğrafi olarak ve yaşadığımız döneme baktığınız zaman, şunu net olarak görmemiz lazım: Bir medeniyetler beşiğindeyiz ve değişim ve dönüşümlerin hızlandığı, insanlığın hızlı yol kat ettiği bir süreçteyiz. Değişim ve dönüşümler eskiden uzun sürerdi. Ama günümüzde yılları saran bu evrede insanlar daha hızlı gelişiyor. Biz bunun neresindeyiz diye baktığımızda biraz da utanıyoruz. Eğitim vizyonunun evrensel ilkeler bakımından konuşulması, en çok ihtiyacımız olan şey. Ancak asıl sorunumuz, akademik portföy oluşturulması değil, çok daha temel bir sorun yaşıyoruz, bir ahlak sorunu yaşıyoruz. Siyasi, toplumsal, bireysel ve sistemsel olarak büyük bir ahlak buhranı içindeyiz. Aslında kendimiz olabilsek, bizden 10 tane Finlandiya çıkar. Sorun meselelere, coğrafya itibariyle sürekli politik kaygılarla yaklaşmamız. Milli eğitim vizyonu da politik bir kaygıyla yapılıyor. Eğitimin kendisi bir geçiştirme aracı, şekilcilik unsuru olarak görülüyor. Dünyada üniversiteler çoğaldı diye biz de üniversitelerimizin sayısını çoğalttık ama eğitimin kendisini konuşmuyoruz. Okullar, derslikler, akıllı tahtalar çoğalıyor ama hep şekil unsurları. Mana unsurları, insanların bizatihi kadim değerleriyle özdeş bir yapıdan bahsedemeyiz. Bizim toplumsal olarak uzlaşı zeminine en çok ihtiyacımız olan alan politik alan, siyaset alanı. Siyasetçilerimiz, bizler kendimize çeki düzen verebilirsek, eğitimde birçok şey yerine konur. Bizim akademik eksikliğimiz yok, ahlak sorunumuz var. Biz bugün bilimden, sanattan konuşamıyoruz burada. Eğitimi hala hak unsuru olarak görüyoruz. Doğru hak olması lazım, eğitim herkesin en temel hakkıdır ama bu haktan ötesine geçemiyoruz. Sürekli politik yaklaşım içindeyiz. Her siyasi dönem bir savaş psikolojisi içindeyiz ve insanlar savaşta sadece yemeği ve hayatta kalmayı düşünürler, sadece üremeyi düşünürler. Nesil üretmeyi düşünmezler, lezzetli yemek yemeyi düşünmezler. Yollarını düşünürler ama yollarının nereye çıkacağını düşünmezler. Sivil toplum mukavemetinizin politik süreçlere uyumlu hale gelmesi, yani dikkate alınması önemli. Burada gördüğümüz tablonun ötesine geçip, sadece hak meselesini değil, anadilde eğitimi de konuşmamız lazım. Sadece imam hatipleri değil, fen liselerini de konuşmamız lazım. Milli olmak istiyorsak, evrenselleşmeliyiz.
12 / Kemal Bülbül: Eğitim vizyonu 2023. Neden 2023, cumhuriyetin 100. kuruluş yıldönümü. Peki eğitim vizyonu kavramı ne demek? Nasıl Türkçeleştirebiliriz? Eğitim hali, görüntüsü, biçimi, durumu, gidişatı; tam oturan bir şey bulamıyoruz. Buna neden gerek duyulur? Bir iş yapıldığını ifade etmek için. Sunumda bir cümle her şeyi söylüyordu. Eğitimi tanımlıyordu, çocuğun ya da kişinin nasıl eğitileceğini söylüyordu ve içinde bulunulan çevre, sosyal ortam, kainat yoktu. Sadece bireyin kendisi olarak tanımı vardı. Böyle bir şey olabilir mi? Aleviyim ben. Alevi inancında deriz ki "Biz varlık içinde varız, varlık yoksa biz de yokuz, biz varlığın parçasıyız. Bütün varlık bize etki eder, biz de ona etki ederiz." Dolayısıyla bu vizyonun tek tek başlıklarını eleştirmeyi gereksiz buluyorum, geneli üzerinden edilecek laf da şu; müesses nizamın yürütülmesi için yapılmış bir çalışmadır. Ziya Bey biraz liberal demokrat bir kişidir, sistemin talep ettiği iyi bir eğitimcidir. Eğitim komisyonu üyesiyim aynı zamanda, bir toplantıda kendisine sordum. Türkiye'deki etnik toplulukların, halkların anadilde değil, anadil ile eğitimiyle ilgili bir şey söylememişsiniz, inanç gruplarının kendi değerleriyle tanışması, eğitilmesiyle ilgili bir şey söylememişsiniz sorusuna cevap vermedi. Zorunlu din dersinin AİHM tarafından kaldırılmasına dair karar verildi ancak Türkiye'de uygulanmıyor, suç işleniyor. Bu da cevaplanmadı. Sistem kendi mantığı içinde kendini revize etmeye ve sürdürmeye çalışıyor. Ben sistemin sürdürülmesini değil, değiştirilmesini savunuyorum. Eğitim iş kolunda örgütlü kurumların tartışmadığı bir eğitim vizyonu, öğrenci velilerinin, eğitim bilimcilerin, eğitim felsefecilerinin katılmadığı bir program anlayışı. Liberalizmin, neoliberalizmin aslında insanlıktan, erdemlerden, hakikatten devşirdiği sözcükleri güncelleyerek kendi ihtiyacına göre eğip bükerek farklılık ortaya koyuyormuş imajı yaratma ustalığı var. Laik, demokratik, eşit yurttaşlığın, özgürlüğün, adaletin, toplumsal barışın olduğu Türkiye'yi hedefleyen, özleyen bir program değil, o nedenle üzerinde fikir yürütmeyi ve tartışmayı bile hak olarak kabul etmiyor. Beni bir yurttaş olarak görmüyor ki bunu tartışalım. Baştan bir inkar söz konusu.
Soru – Cevap
Işıl Ünal: Eğitim finansmanı konusunda en çarpıcı bulduğunuz ne var? Mesela kamu kaynakları meselesi, bütçeden ayrılacak payın belli olmaması, bağışın odaklanılan nokta olması gibi.
Kemal Bülbül: Şu anda okullardaki mesleki eğitimin daha verimli kılınması, daha üretken hale getirilmesi önemli. Bir de şunu savunuyoruz; eğitimin yerelleşmesi lazım. Eğitimin belediyelere bırakılması lazım. Ders kitaplarının hazırlanmasından, tüm ihtiyaçlara kadar. Belediye yasasında da ciddi bir değişiklik gerekecektir. Belediye merkez bütçeden pay alan değil, kendi bütçesini oluşturan bir anlayışa kavuşmalı. Yerel yönetimin güçlenmesi, hem eğitim alanında, hem idari alanda gerekli. Küçük ve orta ölçekli sanayi işletmelerinden alınan, vergi olmasa da vergi adı altında alınan paralar var. Bunları eğitime yönlendirmek söz konusu olabilir. Başımızda bir Diyanet İşleri Başkanlığı vakası var. Bütçesi 10-15 bakanlık bütçesine denk. Bu gibi kurum ve kuruluşların aşırı bütçesi olması yerine eğitim farklı şekilde planlanabilir ama bunlar devrim niteliğinde revizyonlar.
Yusuf Yalanız: Eğitim finansmanı konusu, ülkemizde özel okullar arttıktan sonra bir ayrıcalık gibi görülmeye başladı. Bu doğru bir şey değil. Ancak ülkelerin ekonomik seviyeleriyle eğitim finansmanları arasında çok ciddi bağlantılar var. Eğitim aslında öğrenci açısında devamlı üreten değil, yatırım yapılması gereken bir şey. Bu yatırımı yapıyorum, bana ne getirecek, akıllı bir insanın bunu düşünmesi lazım. Ülkemizde bir işsizlik furyası var. Öğretmenlik okuyorsunuz ancak kadro yok. Devletin bugün en büyük meselesi planlama sorunudur. Bakan dedi ki, "Biz kamu yönetimi mezunlarına iş bulmak zorunda değiliz." Bu kişinin farklı bir alanda çalışma imkanı yok. Ülkemizde insanlar mesleklerini icra edemiyor. Bugün polislerimizin birçoğu makine mühendisi, orman mühendisi, elektronik mühendisi. Bu ekonomi finansı anayasal bakımdan da önemli bir haktır ama en önemli sorun planlamadır. Genel bütçenin %1'inin anayasal hak olarak verilmesi gerekirken, verilmiyor. Mevcut yapısal sistemde bunu eleştirecek mercii yok. Nerede bir yaptırım gücü oluşturacaksınız? Bunun ciddi bir planlama sorunu olduğunu düşünüyorum. Planlama olursa buradan ciddi neticeler alınabileceği kanaatindeyim.
Şeyma Büyükurvay: Eğitim modern olarak devam etse, özgür eğitime evrilse, engelli bireyler yine ikinci planda kalacak gibi bir endişem var. Engelli öğrenciler sınıf geçirilsin gibi yardım odaklı durumlar var, hak odaklı değil. Bu bireyler geçebiliyorsa geçmeli, geçemiyorsa da kalmalı diyecek bir sistem yok. Bunu nasıl sağlayabiliriz?
Kemal Bülbül: Benim çocuğum da engelli ve eğitimini tamamlayıp mühendis oldu. Engelliliğe dair Türkiye'de görmeme, gördüğünü anlamama, anlamadığını yapmama gibi bir durum söz konusu. Bizde patolojik bir merhamet var. Bununla sorun çözdüğümüzü, yardımcı olduğumuzu sanıyoruz halbuki kendimizi engelliye sevdirmeye, benimsetmeye çalışıyoruz. Engelli yurttaşların hakları vardır, tanınması lazım demek yerine engelli yurttaşlar bize muhtaçtır, bu muhtaçlığı nasıl gidereceğiz gibi bir hal söz konusu bizde. Engellinin eğitimi, yaşamı, ulaşımı, psikolojisi, insan ilişkileri gibi konuları algılamak konusunda ciddi bir farkındalık ve anlama sorunu söz konusu. Aşık Veysel'in bir sözü var, diyor ki "Ben kör değilim, görmüyorum." Biz engelli olmadıklarını iddia edenler, engellileri engellediğimiz gibi bir de bakar kör halimiz var. Temelde bu aklın değişmesi lazım. Engelli haklarını sistematik olarak düzenleme, bu olmadan gerçekleşmez.
Yusuf Yalanız: Ben bu konuya hak ölçüsünde yaklaşamıyorum. Çünkü bu hak olmaktan öte bir şey. Bir insana şunu yap deyip de bir ahlak kazandırılamayacağı gibi, bir insanın eline baston verilerek de bu ahlak kazandırılmaz. Bu bir toplumsal şuurdur. Biz toplumsal algılarımızı yitiriyoruz. Eğitim şart diyoruz ama eğitime fazla mâna yüklüyoruz. Biz, biz olamadığımız için devamlı çocuklarımızın eğitilmesini talep ediyoruz. Çocuklar belli yaş aralıklarında eğitilir, belli yaştan sonra da terbiye edilirler. Bugün bizim şehirlerde ahlaktan daha ötesini, adabı konuşmamız lazım. Bazen bir şeyi hak diye alabilirsiniz ama gerçekten insani açıdan bir insanı kamil biçimde yetiştirmek istiyorsanız, toplumsal şuura ve estetiğe ihtiyaç var, sadece hakka değil. Ben de işitme engelliyim, cihaz kullanıyorum. Toplumun çok çeşitli kademeleri var. Geçmişte eğitim denince okul, bunun %70-80'ine karşılık gelirdi. Aile vardı, mahalle kavramı vardı, okulu vardı. Bugün küreselleşme eşiğinde çocuklarımızın ellerinde telefonlar var. Medeniyet algımız değişiyor. Çocuklarımızın dijitale yatkın olduğunu söylüyoruz, bunu eleştirmek yerine neden pozitife çevirmiyoruz? Bugün okulların vereceği eğitim %30 civarında. %70 çocuk dışarda medya, sinema, müzik, kültür, çalışma hayatı tarafından eğitiliyor. Eski model hinterlandımızı artık revize etmemiz gerekiyor.
Hüseyin Küçükbalaban: Yusuf Bey’in bireyin hak ve ötesinde tartışılması yönündeki görüşüne katılmıyorum. Her birey bir hak öznesidir. Çocuk da bir hak öznesidir. Ahlak göreceli bir şeydir, toplumdan topluma ve çağa göre değişir. Türkiye UNESCO’nun eğitimde ayrımcılığa karşı 1960 tarihli sözleşmesini imzalamamıştır. Yusuf Bey söylediği manada ahlak kavramını nerede tanımlar?
Yusuf Yalanız: Mesele hakkı elde etmekten aşkın bir şey. Biz bugün nesli konuşuyoruz, insanın en ham halini konuşuyoruz. Buradan çıkmalıyız. Hakkı bir tarafa bırakalım demek değil bu. Kendi insan hakları derneklerimiz de o kadar çok hak merkezine odaklanıyorlar ki, onu elde ettikten sonra her şeyin düzeleceğini düşünüyorlar. Üzerini bir türlü konuşamıyoruz. Siyasi partiler olarak bizler de kendi görüşlerimizi verirken, toplumu da yönlendirmeye çalışırız. Tüm partilerin seçim beyannameleri farklı olsa da insana atıfta bulunuyor.
Oya Özden: Saadet Partisi iktidara geldi diyelim, bu anlaşmayı imzalayacak mı?
Yusuf Yalanız: Detaylarını bilmediğim bir sözleşme hakkında konuşmam doğru olmaz.
Hüseyin Küçükbalaban: BM’nin uzmanlık örgütü UNESCO’nun Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşme, çocukların ait oldukları topluluklara ve etnisitelere özgü değerleri öğrenmesini garanti altına alan ancak sözleşmeyi imzalarken bunları uygulamayacağız dediğimiz maddeler.
Yusuf Yalanız: Dediğim gibi meseleye dair teknik olarak bilgi sahibi değilim.
Son ikişer dakika milletvekiline ve siyasi parti temsilcisine söz hakkı verildi.
Kemal Bülbül: Mecliste bütün partilerin oy birliğiyle bir araştırma önergesi kabul edildi. Engellilerin eğitimi, yaşamı ve sorunlarıyla ilgili bir araştırma önergesi. Bununla ilgili bir araştırma komisyonu kurulacak. Hocamın dediği aslında etik olarak düşünülmesi ve üzerinde konuşulması gereken bir şey. Hakka itiraz eden değil ama haktan öte birtakım etik insani değerleri de benimsemek tartışmak gibi bir iddia var ve önemli buluyorum. Aslında eğitenle eğitilen arasındaki ilişki bir gönüllülüğe dayanmayıp, bir metazoriye dayandığı sürece o eğitimden sonuç alınmaz. Çocuk da gönüllü eğitim konusunda bir büyük gibi idrak edemeyeceği için çocukta bir istem yaratmak lazım. Köy okulları besi damına benziyor, baştan savma yapılmış. Mahalle okulları da hapishaneden farkı yok, duvar, tel örgü, asfalt, topraksız. Öğretmen arkadaşlar da düşünsel ve değişim tembelliği içinde. Ders ve toplantı, hizmet içi eğitim kursu varsa bitsin de gidelim yaklaşımı içindeler. Mesleki olarak kendini eğitme çabaları yok. MEB tarafından düzenlenen programların çoğu da angarya. Ben öğretmenin devlet memuru tanımından çıkarılmasını, sosyolojik, kültürel olarak bir bilim insanı olması olarak tanımlanması gerektiğini düşünüyorum. 657’ye göre ne giyeceğinin belirlendiği bir tarifle eğitici vizyon gelişmez. 2004’teki eğitim için öğrenci merkezli eğitim, çoklu zeka kuramı denmişti. Öğrenci merkezli olmayıp da ne merkezli olacak, merak ediyorum. Bir örnek vereceğim: Şu anda sınıflardaki düzen kilise düzenidir. Öğretmen rahip, katılanlar da ibadete gelen Hristiyanlar rolündedir. Ortada Cizvit kolejlerinden kiliselerinden getirilmiş bir sistem vardır. Çocukların öğretmen sınıfa girince ayağa kalkması, parmak kaldırarak konuşması bile bir statüko ve davranış kalıbı oluşturuyor. Bu örnekler eğitimin nasıl yapıldığını ve yürütüldüğünü gösteriyor. Eğitimin devlet kitaplarındaki tanımı şu: İstendik davranış edindirme. Bu istendik davranışı kim istiyor, Devlet-i Ali. Ne için istiyor, müesses nizama biat eden yurttaş için. Yurttaş biraz da kimliği, kültürü ve bakış açısıyla kendisi olmalıdır.
Yusuf Yalanız: İki örnek vereceğim. 1957 yapımı bir film var; 12 Sinirli Adam. Eğitimin neden dört duvar arasına sığmadığını anlatmak için söylüyorum bunu. Film bir odada geçiyor. Bir çocuk idamlık, jüri üyeleri buna karar verecek. 12 adamdan biri çıkıp diyor ki, bu çocuk hakkında hemen karar vermeyelim, üzerinde tartışalım. O bir kişi konuşa konuşa 11 kişiyi ikna ediyor ve en sonunda çocuğun suçsuz olduğuna karar veriyorlar. Filmin arkasındaki düzlemi çok önemli. Film şu noktada insana etki ediyor: Biz size bir sistem kurduk ama emin olun bu kadar mükemmel bir sistem siz ahlaklı olmazsanız hiçbir işe yaramaz, sistemi ayakta tutan ahlaktır. Ahlaklı insanlar beraberce ahlaklı bir sistem de kurmak zorundadır. Bugün emperyalist güçlerin toplumlara dayatmış olduğu baskılarla kendimizi dizginlemiş durumdayız, içe çekiyoruz devamlı çünkü evrensel anlamda insanlığa diyeceğimiz çok şeyimiz yok. Toplum olarak kendimize gelmek zorundayız. Ahlakın temel insan hakları ölçüsündeki meselesi üzerinden konuşuyorum. Finlandiya örneğini veriyoruz, Finlandiya ile kültürümüz mü siyasi düzlemimiz mi bağdaşık, kader ortaklığımız mı var? Hiçbir şeyimiz yok ama meseleyi insani bağlamda değerlendirip onu örnek veriyoruz. Ama bugün Batı bunu yapmıyor. Batı kendilerine insan haklarını, savaş hukukunu, Evrensel İnsan Hakları Beyannamesi’ni üretti. Ama insan hakları diye kurmuş olduğu putu ilk kendisi yıktı; Irak’ı, Suriye’yi, Yemen’i görüyorsunuz. Dünyada kan ve gözyaşının olduğu her yerde bir sömürü ve insan hakları ihlali var. Bunları yapanlar kim? Dünyaya insan hakları pazarlığı yapıp demokrasi getirmeye çalışanlar. Burada meselenin araçsallaştırılması söz konusu. Bugün bizim eğitimde yaptığımız gibi. Ama bu araçsallaşacak bir mesele değil, öz bir mesele. İnsan haklarını, sömürüyü, emeği, adaleti kamil manada konuşalım. Birbirimize tahakküm unsuru olmayalım.
YEREL KONU: Gazeteciliğin Membaı: Rüzgarlı Sokak
1 / Funda Şenol Cantek: 2007’de Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi’ndeyken Cumhuriyet döneminde Ankara’da gazetecilik nasıl doğup gelişmiş araştıralım ve belgesele dönüştürelim istedik. Rüzgarlı Sokak: Başkentin Gazetecilik Tarihi adı altında bir belgesel yaptık. Bugün Türkiye’de meşhur olmuş alanında ünlü gazetecilerle uzun sözlü tarih görüşmeleri yaptık. Türkiye’nin her yerindeki insanlarla konuştuk. Çok küçük bir kısmını kullanabildiğimiz için bir de makale yazmıştım. Derlediğim kitapta (İcat Edilmiş Şehir: Ankara) belgeselle ilgili daha kapsamlı bilgi var. Erken Cumhuriyet dönemiyle birlikte başkent İstanbul’dan Ankara’ya naklediliyor. Basın merkezinin de burası olmasının nedeni öncelikle başkent olması. Rüzgarlı Sokak, Cumhuriyet’in 6 okunun da işaret ettiği bir yer. Meclisin arka kapısının açıldığı bir sokak. Bankalar orada. Neden mekansal yakınlık önemli? Şimdiki ulaşım ve iletişim olanakları o zaman yok. Gazeteciyseniz, kağıt, kalem ve tabanvaydan başka aracınız yok. Gazetelerin bütçeleri çok düşük, muhabirler neredeyse neredeyse bedava çalışıyor, simit-çay kültürü hayatın döngüsünü teşkil ediyor. Taksi parası yok, zaten taksi de yok. Dolayısıyla gazete bürolarının haber kaynaklarına çok yakın yerlerde olması gerekiyor. Bankalar neden orada? Çünkü o dönem basın patronları 80 sonrasındaki gibi işadamı, patron, sanayiciler değil. Gerçekten idealist patronlar, sürekli batıyorlar ve kredi almaları gerekiyor. Gazeteciler yolsuz, dolayısıyla bankalara yakın olmaları önemli. Gazetecilerin muhatap olduğu iki kişiden biri banka müdürleri ve PTT memurları. PTT memurları genelde kadınlar ve gazetecilerin bu memurlarla evlilikleri çok yaygın. Çünkü sürekli telefon bağlatmak zorundalar ve torpilli olmaları gerekiyor. Gazetecilerin arasında rekabet var, haber atlatmak çok önemli. 70’lere kadar bu rekabet bu denli kıyıcı değil. Çünkü o dönem Ankara’da çok az gazetenin bürosu var. Ulusal çaplı gazetelerin Ankara’da bürosu yok, yetişmiş elemanları da yok. Yerel gazeteciler İStanbul için de haber üretiyor. Gazeteciler arasında çok yakın meslektaşlık ilişkisi olduğu için bir kişi bir haberi diğerlerine de servis ediyor. Şimdiki gibi bir rekabet anlayışı yok. İlk gazetelerden biri İrade-i Milliye’nin devamı olan Hakimiyet-i Milliyet. 3-5 sayfalık bir yayın organı, hükümetin kararlarını ve planlarını duyuruyor ve 1. Meclisin bahçesine kurulan bir matbaa makinesinde basılıyor. Ardından Cumhuriyet Gazetesi’nin öncülü Yenigün ve Ulus var. Rüzgarlı Sokak’ta belli hanlar var. Bunlardan biri Otto Weber Han. Otto Weber Ankara’daki zengin azınlıklardan biri, rantiye. Bu ailenin Türkiye kültür ve sanat tarihinde önemli bir yeri var. Salim Şengil’in Dost ve Seçilmiş Hikayeler dergisi de burada yayınlanıyor. Bu derginin önemi şu, bugün bildiğimiz bütün yazar ve şairler bu dergi sayesinde meşhur olmuşlardır. Bugün ünlü tüm gazeteciler (Güneri Cıvaoğlu, Hasan Cemal, Bülent Ecevit) Rüzgarlı sokaktan geçmiş insanlar. Ankaralı gazeteciler yaptığımız görüşmelerde diyorlardı ki, “Biz İstanbullu gazetecileri beğenmezdik, onlara salon gazetecisi derdik, asıl gazeteciliği biz yapıyorduk.” İstanbul’da ulaşılabilecek en yüksek haber kaynağı vali ama Ankara’da meclis, başbakanlık, bakanlıklar, büyükelçilikler var. O nedenle Ankaralılar İstanbullu gazetecileri beğenmezlerdi. Şimdi fiili olarak Ankara başkent olmaktan çıktı. Bütün kurumlar ve sistem İstanbul’da. Gazetelerde bir hiyerarşi vardır. Yukarıya doğru çıktığınızda bakanlık, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı muhabirliği çok önemliydi ama en üstü parlamento muhabirliği yer alırdı. Çünkü ülkenin kaderini belirleyecek insanların ağzından aldığınız sözleri haberleştirdiğiniz bir muhabirlikti. Geçmişte bunun değeri vardı. Özal’dan beri muhabirliğin değeri kalmadı. Telefonla haber yazdırma, yandaşa haber yazdırma, uçağına aldığına haber yazdırma, önemli bilgileri kendi ağzından ona dikte ettirme gibi yaklaşımlar yüzünden köşe yazarlığı muhabirliğin yerini aldı. Yavuz Donat bu işin piriydi. Manipule edilmiş bilgilerdi bunlar. Kapı dibi muhabirliği diye bir şey vardı. Mekanlar da kısıtlı olduğu için kapıya en yakın muhabir oraya oturtulur, gelene çay servisi yaptırılırdı, masası ve daktilosu olmazdı. Gazetecilikte alaylı-mektepli tartışması çok yapılır. Alaylılar mekteplileri çok eleştirirler. Çünkü mektepliler tarafsızlık empoze ederiz, çok akademik üslupla konuşuruz ama bunlar bir staja giderler, tokat yemiş gibi gelirler. Gerçek hayatta entrikalar çevirmek, “yırtıklık”, arkadaşını bertaraf ederek haber atlatmak gibi şeyler söz konusu olduğu için mektep bilgisi ile kurum bilgisi arasında çok ciddi bir çatışma vardır.
Soru – Cevap
Oya Özden: Az önce saydığınız gazeteler dışında başka gazeteler var mı?
Funda Şenol Cantek: Zafer Gazetesi Demokrat Parti’nin, Ulus Gazetesi Cumhuriyet Halk Fırkası’nın yayın organıydı ve Rüzgarlı Sokak’ta hegemonya kuran bu iki gazeteydi. İkisi de parti gazeteciliği yapıyorlardı. Gazetecilik zaten tarafsızlık, nesnellik değildir; insanlara bir hikaye anlatmak ve onu dayatmaktır. Her gazete kendi yayın ilkesi doğrultusunda – bu, patronunun dünya görüşü olabilir, partisinin programı olabilir – metinler kurar ve onlara görseller yerleştirerek size kendi hikayesini anlatır. Sosyal medya gazeteciliğinin de bundan farkı yok. Bu iki gazete de her biri kendi partisinin ağzıyla konuşan gazetelerdi. Biz bunlara ideal anlamıyla gazete diyemeyiz. Bu iki gazeteyi aşan iki gazete çıktı 50’lerde. Öncü Gazetesi, Rüzgarlı Sokak’ın görece ilk tarafsız gazetesi. Nilüfer ve Aydın Yalçın tarafından çıkarılıyor, o zaman Altan Öymen de bu gazetedeydi. Öncü Gazetesi ile ilk kez Ankara’da bir ulusal gazete çıkmaya başladı. Ankara’daki yerel gazeteler çok rağbet görüyorlardı, bunun sebeplerinden biri de ulaşım olanaklarının yetersizliği nedeniyle İstanbul gazetelerinin Ankara’ya bir gün geç gelmesiydi. Öncü ve sonra Akşam’ın Ankara’da büro açmasıyla birlikte artık böyle bir sorun kalmadı ve İstanbul gazeteleri de zamanında Ankara’ya gelmeye başladıktan sonra Ankara’daki yerel gazetelerin ve Rüzgarlı Sokak’ın da yavaş yavaş sonu gelmeye başladı.Çünkü yeni gazeteler artık Ulus’ta değil Yenişehir’de büro açmaya başladılar. Çünkü meclis, diğer kurumlar ve bankaların merkezleri de taşınmaya başladı. Gazetecilik sadece bürolarda, parlamentoda, bakanlıklarda yapılmaz, gazetecilerin uzantısı eğlence mekanları, gece kulüpleri, lokaller ve oteller gibi yerlerdir. Parlamentoda mesai bittikten sonra tüm bakanlar ve vekiller Karpiç, Ankara Palas, Şükran Lokantası, Kürdün Meyhanesi, Gar Lokantası, Kalem Lokantası gibi yerlere gidiyorlar. Şimdi de öyle. Şimdi kulis gazeteciliği çok daha yaygın. Ankara Palas, Balin Otel, Büyük Ankara Oteli de bunlar arasında.
Ankara gazetelerinin bir misyonu daha var. Cumhuriyetin ideali olan Batı medeniyeti seviyesine ulaşma ve Batılı bir gündelik hayatı hakim kılma anlayışı için de araç oluyorlar. Klasik müzik köşesi yapıyorlar, CSO konserlerinin, tiyatro ve sinema gösterimlerinin programlarını veriyorlar. O dönemin yazarları Burhan Asaf Belge, Falih Rıfkı Atay, Orhan Seyfi Orhon, Nurettin Artan, Mahmut Soydan gibi isimler Ulus ve Zafer gazetelerinin kadrosunu oluşturuyor. İki gazete sürekli birbiriyle polemik yaptığı için iki gazete de polemikçi gazetecileri transfer etmek için büyük meblağlar ödüyor. Basında kalem kavgaları meşhurdur. Çetin Altan en önemli polemikçilerdendir. Ankara’da gazeteciler çok iyi yetişmiş ancak İstanbul’da kendilerini gösterip üne kavuşmuşlar. Güneri Cıvaoğlu, Ali Kırca, Fatih Çekirge gibi. Bugün de buradaki yetenekli gençler, bir süre sonra İstanbul’a gidecekler.
Oya Özden: Kadın gazeteci var mı?
Kadın çok az. O yüzden ben burayı bir baba evi gibi görüyorum. Bu gazetelerdeki yazarlar çok yönlü aydınlar çünkü her konuda ortalama üstü bilgi sahibi insanlar. Ancak hükümetin ya da destekledikleri partinin suyuna giden yazılar yazıyorlar. Bunlar erkekler kulübü gibi gazeteciler. Az sayıdaki kadın gazeteciler de erkek gibiler çünkü o piyasada ve zihniyetin içinde var olabilmeleri için onlar gibi davranmaları, daha sert mizaçlı olmaları, jargonlarını onlarınkilerine uydurmaları, meydan okuyucu olmaları lazım. İffet Hanım vardı, Emel Hanım var, Panter Emel diye bahsedilir kendisinden. Daha eskilerde Ahmet Feridun Es’in eşi Semiha Es vardır, ilk kadın foto muhabiri olarak geçiyor ancak aslında öncesinde bir Ermeni muhabir var aslında ama anılmıyor. Semiha Es kocasının gölgesinde kalmış ama aslında eşinin yaptığı tüm haberleri o fotoğraflıyor. Kore’deki savaşa birlikte gidiyorlar, çatışma alanında Semiha Es daha fazla bulunuyor ama savaş muhabiri olarak bize Feridun Es gösteriliyor.
Mahmut Konuk: Bugün gazetecilerin hayatın içinden değil, ofislerden haber yaptığını söylediniz. Yüksel Caddesi’nde eylemler yapılıyor ancak orada hiç muhabir yok, sosyal medya araçları dışında hiçbir şey yok. Kabahatler kanununa dayandırılarak sesler susturuluyor. O dönemde var mıydı böyle haberler yapan insanlar?
Funda Şenol Cantek: 50’lerde Fikret Otyam, Yaşar Kemal var. Sadece şehirlerde yapmıyorlar. O zamanlar röportajcılık deniyor buna. Akademide katılımlı gözlem dediğimiz şey gibi örneğin Fikret Otyam gidip yörüklerle yaşıyor mesela. Bunu röportaj haline getiriyor, Gide Gide diye bir serisi vardır. Müşerref Hekimoğlu, Adviye Fenik gibi isimleri, kadınları röportajcı yapıyorlar. Bunlar bir parti liderinin peşine takılıp seçim döneminde bütün şehirlere gidiyorlar. Sadece onun konuşmalarını yansıtmıyor, aynı zamanda şehri de tanıtıyorlar. İstanbul’da teneke mahallelerde kartondan evlerde yaşayan evsizlerin dertlerini yansıtıyorlar. Hapse girmiş kadın mahkumlarla ilgili yazı dizileri yapıyorlar. O dönemin yazı içerikleri bunlardan oluşuyor.
Oya Özden: Ankara özelinde ne tür haberler yapılıyor ?
Funda Şenol Cantek: Sokağın nabzını tutan, siyasi kurumların dışında, yoksulların, ezilenlerin ve sesini duyuramayanların sesini duyuran haberler yapılıyor.
Hüseyin Küçükbalaban: O dönemde ifade özgürlüğü ne düzeydeymiş ? Bugünkü gibi yazanı içeri mi atıyorlarmış?
Funda Şenol Cantek: Atıyorlarmış. Demokrat Parti döneminde içerideki gazeteci sayısı dışardakinden fazlaymış. Muhabir bulamıyorlarmış. Bir kişi birden fazla habere koşuyormuş. Gazeteler yarım yamalak ve az sayfa sayısında çıkıyormuş. 70’ler ve 80’lerde böyle. Türkiye’de her zaman ifade özgürlüğünün önünde engel var. Genel olarak Türkiye’de muhalefet yapmak her zaman çok zor, arada kalmak hep çok zor. Hem türban yasağına karşı olursunuz, o dönem itilip kakılırsınız ama sonra türban serbest kalır, AKP hükümet olur ihraç edilirsiniz. Bizim durumumuz biraz da öyle.
Oya Özden: Basında sansür var mı?
Funda Şenol Cantek: Tek parti döneminde zaten ayrıksı bir ses duymak mümkün değil. Zaten yayın organı, gazetecisi belli. Muhaliflerin başına gelenler belli, İstiklal Mahkemeleri vs. Çok partili döneme geçildiği zaman da Zafer Gazetesi üzerinde çok büyük baskı oluyor çünkü Demokrat Parti’nin yayın organı. Ama ne zaman ki Demokrat Parti iktidara geliyor, Ulus Gazetesi kapatılıyor. Demokrat Parti döneminde sansür çok yaygın, gazeteciler içeri alınıyor. Bazı sütunlar boş çıkmak zorunda kalıyor, yazarımız cezaevinde olduğu için şu kadar süre yayınlayamayacaktır diye sütun boş bırakılıyor. Aynı şeyler 12 Eylül’den sonra da oluyor. Sansür Demokrat Parti döneminde, gazete sayısı arttığı için çok görünür oluyor. Ondan önce de var. Sansür, baskı, cezalandırma her dönem var.
Mahmut Emin Avcı: Bugün gazetecilikte bir itibar kalmadı. Bu dönemin en acı tarafı bu. 70’lerde muhabirin bir değeri vardı. Valiliğe randevusuz girerdik. Kitabınızda o yılların Ankara’sı da yer alıyor mu?
Funda Şenol Cantek: Basınla ilgili tek bir yazı var, geri kalanı Cumhuriyet öncesinden başlayıp bütün dönemi anlatıyor. Çok farklı kişiler katkıda bulunuyor.
Oya Özden: Süremiz doluyor. Ankara özelinde altını çizmek istediğiniz şeyler var mı?
Funda Şenol Cantek: Şimdi çok okullu gazeteci var. 60’ların sonundan itibaren özel gazetecilik enstitüleri açıldı. Bir tanesi Zafer Gazetesi’nin sahibi Muammer Kramer’in. İlk basın yayın okulu İstanbul Üniversitesi’nde ama sonra Siyasal’a bağlı olarak Ankara’da. Ondan sonra çok fazla mektepli gazeteci yetişmeye başladı. Ama bahsettiğim dönemde gazeteciler alaylı, neredeyse hiçbiri üniversite mezunu değil. İstisnası Gazanfer Kunt. O, mühendislik mezunu. Giderek üniversite mezunu sayısı artmaya başlıyor. Sonraki kuşakta Altan Öymen, kardeşi, Bekir Coşkun gibi isimler var. Genellikle siyasal, hukuk, uluslararası ilişkiler mezunu insanlar gazetecilik yapıyorlar. Çünkü gazetecilikte dil bilmek, kanun ve usul bilmek çok önemli.
Fazilet Çulha: O zamanlar medyada çalışanların akrabalık ilişkileri ne durumda?
Funda Şenol Cantek: Mümtaz Faik Fenik – Adviye Fenik, Nilüfer Yalçın – Aydın Yalçın gibi karı- koca çalışanlar var ama torpilli anlamında değil. Mesela diyorlar ki biz gazete çıkaralım. Genelde liyakate dayalı bir sistem var. Kuralları var. Usta muhabir olabilmeniz, kendinizi kanıtlamanız yıllar alıyor; çok iyi dil bilmeniz gerekiyor. Dil meselesi çok önemli. O zaman çok ünlü Melih Cevdet Anday, Yaşar Kemal gibi çok iyi edebiyatçılar müsahhihlik yapıyorlar. Hata olmasın istiyorlar çünkü dizgi klişelerle yapıldığı için çok hata olabiliyor. Gazeteci olmak dil bilmeyi, yazı yazmayı, edebiyatı iyi bilmeyi gerektiriyor.
Oya Özden: Bu tür hatalar yüzünden gazetelere ya da içeriden gazeteciye cezalar çıkıyor mu?
Funda Şenol Cantek: Çıkıyor tabii. Parlamento muhabirliği zor bir şey. Ulus Gazetesi’nin batmasına neden olan şey şu: Refakat muhabirliği diye bir şey var, genel başkan nereye giderse muhabir oraya gidiyor; her şeyini haber yapıyor, fotoğraflıyor. O kadar sıkıyor ki okuru, gazete alıcı bulamıyor. O yüzden gazetelerin içinde çok ciddi bir baskı ortamı var. “Onu niye yazdın, genel başkanımızı zor durumda bıraktın” diye işten atılan, maaşı kesilen ve bir daha haber yaptırılmayan çok kişi var. Bunu önlemek için Zafer Gazetesi’nde baş sayfayı Menderes bizzat kontrol ettikten sonra basabiliyorlar. Ulus Gazetesi’nde de parti yönetiminden birisi mutlaka tüm gazeteyi elden geçiriyor. Hakimiyet-i Milliye’nin baş yazılarını uzun süre Mahmut Soydan (Siirt mebusu) adı altında Mustafa Kemal yazıyor.
SİVİL TOPLUM İLE İLETİŞİM
Sivil toplum kuruluşuna e-mail ve telefon yoluyla duyuru yapıldı.
DEĞERLENDİREN KİŞİ
Ankara kMM Hamalı Nagihan Konukcu