YER: Cezayir Restoran (Taksim)
TARİH: 7 Şubat Pazar 14:00-17:00 arasında
KATILIMCILAR
DERNEK, VAKIF VE GİRİŞİMLER
1 / Yasemin Bektaş (KA.DER)
2 / Şahin Tekgündüz (İstanbul Hepimizin)
3 / Onur Fidangül (Uluslararası Gay, Lezbiyen İnsan Hakları Komitesi)
4 / Faik Güleçyüz (Kontrgerillaya karşı İnisiyatif)
5 / Gürcan Onat (ASSAM)
6 / Vasfi Kösebey (Emekli İlahiyatçılar ve Din Görevlileri Derneği)
7 / Hüsnü Adalı (Liberal Avrupa Derneği)
8 / M. Bülent Deniz (Tüketici Birliği Federasyonu)
9 / Hanifi Çakır (Türk Dünyası Platformu)
10 / Ümmühan Bektaş (Tüketici Sorunları Derneği)
11 / Ali Faik Aydın (İstanbul Platformu)
12 / Berna Akkizal (Düşünce Suçuna Karşı Girişim )
13 / Mustafa Haksever (Uluslararası Kudüs Derneği)
14 / Şener Mengene (Strateji Enstitüsü)
15 / Azmi Arıcan (Medya İletişim Platformu)
16 / Yasemin Öz (KAOS Gl)
17 / Mustafa Dal (Tüketici Güvenliği Derneği)
18 / Doğan Bermek ( Alevi Düşünce Ocağı)
19 / Adem Çevik ( Adalet Platformu)
20 / Selahattin İncecik (International Union of Air Pollution Prevention Associations)
SENDİKALAR
Yok
ODALAR
1 / Ferhan Ademhan (İstanbul Ticaret Odası)
2 / Erdal Şahan (TMMOB Jeofizik Odası)
KATILAN MİLLETVEKİLLERİ
HDP İstanbul milletvekili Erdal Ataş
SİYASİ PARTİ TEMSİLCİLERİ
1 / Mehmet Ali Erdoğan (HAK Par)
2 / Kemal Yücel (BBP)
GÖZLEMCİ
DSKG – Şanar Yurdatapan
Strateji Enstitüsü – Nizamettin Görk
DİĞER KATILIMCILAR
6 izleyici katıldı.
MODERATÖR
Cemil Altay
GENEL GÜNDEM: Düşünce ve ifade özgürlüğü, Türkiye’de Medyanın Durumu
YEREL GÜNDEM: İstanbul’da hava kirliliği
KONUŞULANLAR
Toplantı Moderatör Cemil Altay’ın katılımcılara yönelik usulle ilgili açılış konuşmasıyla başladı. Sunumun yakın döneme ışık tuttuğunu söyleyen Altay, “Düşünce ve ifade özgürlüğü, Türkiye’de Medyanın Durumu” başlığının evveliyatı olduğunu, Cumhuriyet tarihini baz alırsak, İstiklal Mahkemeleri, darbeler dönemi, 12 Eylül… akademisyen ve aydınların düşünce suçuna iştirak etmesinin, bildiri yayınlamasının da evveliyatı olduğunu, Yaşar Kemal’in yazdığı yazı sebebiyle yargılandığı davaya, Recep Tayyip Erdoğan’ın okuduğu şiir sebebiyle yargılandığı davaya yönelik yine bunun akla gelen ilk örnekleri olduğunu ve hatırlamakta fayda olduğunu söyledi.
Berna Akkizal: 28’i terör örgütü bağlantısı iddiasından, 31 gazeteci şu an hapiste. Anayasanın 26ncı maddesi bizim düşüncemizi yayma özgürlüğümüzü ve açıklama hakkımızı anayasal güvence altına alıyor. Bunun yanında haber alma ve haber yayma özgürlüğümüzü güvence altına alıyor. Çoğu demokratik ülkede olduğu gibi, haber alma özgürlüğü yayın yasaklarıyla engellenemez. Bunun anayasanın ihlali olduğu açık. Can Dündar ve Erdem Gül hakkında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası isteniyor. Kabahatleri de, gazetecilik yapmak ve halkın haber alma hakkını kullanmak. BİA Gözlem Raporu’na göre 2015’te 6 adet yayın yasağı verilmiş, 5 tane gizlilik kararı alınmış. Türkiye’de böyle, peki Dünyada? Fransa’daki kanlı saldırıların ardından Fransız hükümetinin ne yaptığına bakalım. Olağanüstü hal kararı alındı ama hiçbir şekilde yayın yasağı kararı alınmadı! Aksine hükümet soruşturmalardan aldığı tüm bilgiyi halkla hemen paylaştı, belki spekülasyonları önlemek için. Ayrıca sosyal medyadan halkın haber almasını, bir şekilde teşvik ettiler. Benim sormak istediğim, biz acil durumlarda başka yöntemlere başvurmak yerine, neden ilk olarak haklarımızdan feragat ediyoruz? Peki ifade özgürlüğü nerede başlıyor, nerede bitiyor? Nefret söylemi noktasına geldiğimiz nokta hangisidir? Son günlerde Barı için Akademisyenler ve Ayşe Çelik, barış istedikleri için, haklarında soruşturma ve linç başlatıldı, basında ve toplumun bir kesimi tarafından. Barış istemek, tek başına ya da topluca, anayasaya göre suç değil. Fakat ifade özgürlüğü ne zaman nefret söylemine dönüşürse, orada bir suç işlemiş oluyoruz. Linç kampanyaları, “Kanlarıyla banyo yapacağız” demek, bir nefret suçudur, yasa kapsamında da suç kabul edilir. Nefret suçu, TCK madde 115:“Bir kişi ya da grubu düşüncesi, ırkı, dili, dini vb nedenlerle sözle taciz etmek ve hedef göstermek bir suçtur” Bu hedef göstermeyle ilgili Leman dergisi, hedef gösterildiği için, tepki olarak boş sayfa ve kapakla yayımlandı. İfade özgürlüğü hepimizin ihtiyacı olduğu bir durum, bunu kullanıp kullanmamak, iktidarların, gücün kimin elinde olduğuna bağlıdır. Aynı şekilde düşünmesek bile, bir kişinin ifadesini söyleyebilmesini savunmak durumundayız.
Yasemin Öz: Biz hukukla bağlıyız. Hukuk net bir şekilde ifade özgürlüğünü tarif ediyor. Uluslararası sözleşmelerde de taahhütlerimiz var. AİHM kriteri şu: Şiddete çağrı yapmayan, suç işlemeye teşvik etmeyen. Onun dışındaki tüm ifadeler, şok edici-rahatsız edici de olsa, koruma altındadır. Biz bu sözleşmeleri, kanunları uygulamayacaksak, neyi uygulayacağız? Şu an neyin uygulandığını iyi görüyoruz. İfade özgürlüğü, iktidarı elinde tutanlar için, her zaman gerekli. Çünkü dün Tayyip Erdoğan ifade özgürlüğü engellenerek cezaevine girdiğinde de, biz muhalifler onu savunmuştuk, demokrasi, hukuk adına savunmuştuk. Bugün AKP olabilir, yarın CHP olabilir… her iktidarı ele geçirenin kendi siyasi görüşüne göre birisi devlet korumacılığında, birisi başka bir ideolojinin korumacılığında, ifade özgürlüğünün engelleniyor olması, toplumun geneli için kritik bir tehdittir. Eğer siyaseti eleştiremeyeceksek, yalnızca onların dediklerini yapacaksak, gündelik hayatı etkileyen kararlara nasıl vatandaş olarak katılacağız? Biz KA.DER ve Kaos Gl olarak, Barış için Akademisyenler, meselesinden sonra bildiriler yayınladık. Sebebi ise, “Barış için akademisyenler” bildirisinin her cümlesi bizi tarif etmeyebilir, biz ne olursa olsun, herkes için ifadenin özgür olmasından yana olduğumuz için yayınladık. Aynı zamanda KA.DER olarak “Biz çatışma istemiyoruz toplum içerisinde, derhal karşılıklı ateşkes ilan edilsin” de dedik. Akademisyenlerin bildirisini özgürce ifade edebilmeli, toplumdan farklı sesleri duymayıp, kesip, sürekli silaha sarılsın insanlar! Sözün bittiği yer şiddet! Bunu kabul etmeyeceğimiz bir yerden geldiğimiz için, bunun sonuna kadar arkasındayız. Bu ülke hep kritik noktalardan geçti. Bu kadar insan emeğinin, kaynakların, zekanın, bu kadar heba edilmesi, hem bizim hem insanlık için tehlikeli.
Vasfi Kösebey: Ben içerdeki gazeteciler, hangi suçtan içerde diye hep merak etmiştim. Elimde liste var. Bu liste tamamen, terör örgütlerini desteklediklerinden dolayı tutuklandıklarını söylüyor. Son iki kişinin tutuklanması, devlet sırrını açığa vurmasıdır. Devlet sırrı “bu silahlar şuraya gidiyor” bunu ilan edip, Türkiye’yi dış dünyada zora sokmaktır. Zor durumdayız, buna özenle dikkat etmeliyiz vatandaş olarak. Bütün dünyada devletin güvenliği için, bazı şeyler yasaklandı, bize mahsus şeyler değil bu. Gazetecinin görevi, bize haber vermektir, yorumlamak değildir. Bugün ki gazeteciler, bize yorumlayarak veriyor haberi, bize nasıl düşünmemiz gerektiğini söylüyor. Nefret suçları için Ömer Laçiner diyor ki, “Ak Parti %40ı geçerse iç savaşa başlarız” Aksaray ile ilgili “altın klozet” “altın varaklı yemek takımı” vb haberler… hayali bunlar, nasıl yayınlanır bunlar? Nasıl güveneceğiz böyle şeye? Türkiye’de medya maalesef halk düşmanıdır. Bir Rus gazeteci, 90 yılının sonbaharında Günaydın’da yayınlanan bir haberde, “ben Türk gazetecisi kadar vatanına ihanet eden biri görmedim dünyada!” diyor. Atilla İlhan “Bu memlekette %10 hainler vardır” diyor. Bu hainler medyadadır. Diken adlı sitede, Levent Gültekin adlı yazarın yazıları ağır ama tutuklanmıyor ama bir insana hakarete kimsenin hakkı yok arkadaşlar. Eleştirilmek başka şey, hakaret başka şey! Hakime de güvenemiyoruz biz. Bu hakim böyle, öbür hakim başka şey diyor. Türkiye’de maalesef tevhidi tedrisatın yetiştirdiği sistem, 90 yılın kafasıdır. Bunlarla bir yere varmamız mümkün değildir. Objektif olmalıyız. 1128 akademisyen, tek taraflı. Orada bir sürü olay olmuş, görmüyorsun, şimdi gelmiş barış istiyorsun? Dese ki, eğer bunu yaparsan bunun karşılığı budur ya da çözüm getir! Yanlı olmayalım. Yenişafak’ta Süleyman Yaşar’ı okuyordum devlet yükseliyor, muazzam iyi gidiyor, diyordu. Ne zamanki başka gazeteye geçti, başladı devleti kötülemeye… böyle gazeteci mi olur? Neye inanacaksınız?
M. Bülent Deniz: (Bülent Bey, 5 sn susarak konuşmasına başladı) Görüldüğü gibi bu 5 saniyede ne düşündüğümü ifade edemezsem, ne düşündüğümün hiç bir önemi yok, bunu anlatmak istedim. Düşünmek ve düşündüğünü ifade etmek, insanoğlunun en kutsal haklarındandır. İfade özgürlüğü bağlamında Türkiye’de 2003 yılında başlayan o müthiş bahar havası, artık, yerini tutuklamalara, kötülemelere, linç kampanyalarına bıraktı. Nefret suçu ve şiddete çağrı içermeyen her türlü düşüncenin açıklanmaya layık olduğunu kabul ederek işe başlamalıyız. “Böyle vatan hainliği-eleştiri olur mu?” gibi, sübjektif yorumlarımızın, objektif bir kriteri olmadığını hatırımızda tutmalıyız. İstiklal Mahkemesi zabıtlarının daha yeni açıklandığı, terör suçlamasıyla gazetecilerin göz altına alınıp tutuklandığı, yayın yasaklarının yaygın bir şekilde sürdüğü ve en kötüsü de, Cumhurbaşkanına hakaret davasıyla sadece gazetecilerin değil sosyal medyada eleştiren insanların tutuklandığı bir ülkedeyiz, ülkemizin sicili kötü. Daha üzücü olan, kendisinin Siirt’teki bir konuşması nedeniyle hapis yattığı esnada, içinde bulunduğum bir grup insanın, biz de bu suça iştirak ediyoruz, diyerek sivil itaatsizlik örneği sergilemesinin üzerinden yıllar geçtikten sonra aynı kişinin bu olumsuzluğun baş kahramanı olmasıdır. Trajik olan bu durumu gidermek, elbette tek bir kişinin tasarrufunda değildir. Hala parlamenter sistemle yönetilen ülkemizde; TBMM, ilgili anayasalarda, düşünce özgürlüğü anlamında ortaya konmuş olan tüm açılımların sonuna kadar takipçisi olmak zorundadır. 28 Şubat’taki yargının yerini; şimdi, belli bir konuda istenmeyen bir davayı açan ya da Cumhurbaşkanının, HSYK’nın, iktidardaki partinin istemediği bir kararı veren savcı veya yargıcın rahatlıkla tayin dönemi dışında yer değiştirdiği, açığa alındığı, soruşturulduğu bir yargı aldı. Düşünce özgürlüğü için yurttaşların çok daha hassas davranması gerekiyor. Bu anlamda bildirinin içeriğine hiç katılmadığım halde, 1128 akademisyenin imzaladığı bildiriyi ben de imzalayarak kendimi ihbar etmiştim. Bir zamanlar Murat Bozlak, Necmettin Erbakan, Hasan Celal Güzel, Recep Tayyip Erdoğan için ülke çapında DSKG grubuyla beraber sivil itaatsizlik eylemi yapmış, 70bine yakın imzayla, ortak duyarlılığı ortaya koymuştuk. Korkarım ki, düşünce özgürlüğüyle ilgili bu olumsuz duruma dair önlem almaz, kamuoyu ve ortak toplumsal bir duyarlılık oluşturulmaz ise çok daha kötü anlayışlar yerleştirilecektir.
Hüsnü Adalı: Bir zamanlar Taksim’de türbanlı öğrenciler üniversiteye gitsin diye yürüdük… o dönemin mazlumlarının şimdi mağrur olması, bir anda Kemalist ya da eleştirdikleri pozisyona gelmeleri üzücü. Vamık Volkan’ın “Gerilime gösteren politik liderleri, takip eden kişiler de geriler.” ve John Kerry’nin ”Özgür ve bağımsız basını olmayan bir ülkenin kendini övme ve başkalarına bir şey öğretme hakkı yoktur. Potansiyelini de hiçbir şekilde gösteremez.” Sözleri bizi anlatıyor. Biz fırtına gelecek diyen meteoroloji muhabirine kızan insanlar gibiyiz. Yayın yasağının ambulanstan önce geldiği bir ülke olur mu? Bizde öyle. İleri ülkeler yanlış şeyler yapmaktan utanır genelde, geri ülkeler ise, yanlış yaptıklarının duyulmasından utanır. Sınıflandırmayı siz yapın! Düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili sorunları çözmenin yolu, özgürlükleri genişletmektir, daraltmak değil. Hukukun geriye gittiği, düşünce ve ifade özgürlüğünün kısıtlandığı, bağımsız medyanın olmadığı bir ülke hiç bir şekilde ileriye gidemez. Bir bildiriye imza attığı için akademisyenlerin sabahın köründe evlerinden alındığı, üniversiteden uzaklaştırıldığı bir ülkede yaşamak utanç verici. 2002-2010 arası, evrenseldi, şimdi milli-yerli oldu, önceden AB idi, şimdi Şangay Beşlisi, özgürlük, güvenliğe geçti, demokrasi, tek ses oldu, insan hakları asayiş oldu, hukuk, milli birlik oldu. Çoğulculuk, tek millet, tek vatan, tek tek basaraktan bade süzerekten oldu. Kuvvetler ayrılığı, kuvvetler birliği oldu. Uluslararası, Türk tipi oldu. Eleştiri en doğal haktır diyen iktidar, eleştiri, ihanettir, diyor. Din kardeşlerimiz, arkamızdan hançerledi oldu. Muhterem Fethullah Hoca Efendi, FETÖ oldu. Barış, savaş oldu. Dün Yeni Zelanda’da Transpasifik Antlaşması’nın protesto haberini okudum. Ekonomi Bakanı’nın suratına “Egemenliğimize tecavüz ettiniz” deyip dildo atmış protestocu. Protestocu, güzelce alındı ve hiç suçlama yapılmadan serbest bırakıldı. Bu ülkede mi Türkiye’de mi yaşamak istersiniz? Türkiye bu aşamaya, muktedir, Başkanlığa giden yolun Diyarbakır değil, Tekir Yaylası’ndan geçtiğini gördü. Muhalefetin durumu, İstanbul düşerken meleklerin cinsiyetini tartışan din adamlarını hatırlatıyor. Arınç ve Gül gibi şahsiyetlerin parti içi muhalefetine umut bağlar hale geldik.
Şahin Tekgündüz: Ben her zaman olduğu çok konuşmayacağım. Türkiye’de ifade özgürlüğünün ne boyutta olduğunu test etmek için, şöyle bir deney yapmayı önereceğim. Burada 25-30 kişiyiz. Buradan çıkıp sakin sakin İstiklal Caddesi’nden meydana doğru yürüsek. Meydana çıkarken veya polis araçlarının orada hep birlikte “Barış istiyoruz” diye düşüncemizi yüksek sesle ifade etsek? Başımıza ne gelir? Bu kadar…
Gürcan Onat: Ben aslında kendimi kontrol altında tutmaya çalışıyorum. Eğer ben kendi nefsimi, gadabımı kontrol altında tutabilirsem, karşımdaki insana da örnek olurum diye düşünüyorum. Şu anda ülkemizde bu gerçekten çok zor. Olaylara o kadar çok kaptırıyoruz ki kendimizi, birden şirazemizi kaybedebiliyoruz. Önce kendimizi kontrol altında tutabilirsek, Türkiye’de barışı, gerçekten tesis edebiliriz. Sağın en ucundan solun en ucuna kadar herkes burda, ben merakla da dinliyorum. Çünkü benimle aynı düşüncede olmayan insan, ne düşünüyor, onu da anlamak istiyorum. Türkiye geneline baktığımızda, sanki bunu anlamak istemiyor gibiyiz, kendi düşüncemizi başkalarına dayatmaya çalışıyor gibi geliyor bana. İnançları, fikirleri yüzünden en çok mağdur olan grup içerisindeyim. Karşımda da 12 Mart’ta işkence görmüş bir abim var, biz TSK’da ciddi mağdur olduk ama o günleri unuttuk, ben gizli gizli namaz kılıyordum, ağzımdan “Allah “ kelimesini çıkartamıyordum, samimi söylüyorum karşımda da komünist olduğu için içeri atılan bir abim var. Biz nereden nereye geldik? Şu anda iyi durumdayız ama hala çok eksiğimiz var. Elbette ki, kim olursa olsun, ne söylerse söylesin, fikrini ve düşüncesini en rahat şekilde ifade edebilmeli. Bunu yıllarca haykırıyoruz. Güneydoğu’daki bir Kürt kardeşim, “Ben burada bağımsızlık istiyorum” diyebilmeli. Her yerde diyebilmeli, diyebilsin ki, ben de onunla karşı karşıya oturup konuşabileyim, içimizde bir ukde varken, insan gibi konuşamayız. Herke görüşünü belirtebilmeli, nereye kadar? Hakaret, aşağılama, nefret suçu, küfür olmayacak ve yalan olmamalı! Fitne katilden beterdir. Bize bu yapıldı, bize irticacı dediler, yıllarca bu lekeyi temizleyemedik. Komünist dediler. Algı operasyonu olmamalı, tehdit olmamalı! aynen bu ortamda olduğu gibi, rahat bir şekilde birbirimizle konuşmalıyız, konuşalım ki, anlaşabilelim.
Mustafa Dal: Ben aslında milli görüş düşüncesinde olan bir ailenin içinde büyüdüm. Genellikle bu görüşteki insanlar vardı etrafımda. Şu anda mevcut iktidar ve aveneleri, etrafındaki insanlar, maalesef cumhuriyeti yıllarca benimsemeyip, cumhuriyeti, laikliği bir araç olarak kullanıp belli bir yere geldiler. Sistem onları en tepeye getirdi. Ve o beğenmedikleri, çoğu zaman küfrettikleri sistem, onlara her şeyi verdi Türkiye’de. Ama şu anda, eğer saraya, Ak-saray’ın dediklerine biat etmezseniz, şu andaki iktidar sizi sarayında tuvaletçi bile yapmaz.
Ümmühan Bektaş: Anayasa’nın 25inci ve 31inci maddeleri tamamıyla basın özgürlüğü, düşüncenin özgür şekilde ifade edilmesiyle ilgilidir. 25inci madde de bahsedildiği gibi, herkes düşünce ve kanaat hürriyetine sahiptir, düşünce ve kanaatleri sebebiyle kimse kınanamaz ve suçlanamaz, bunlar garanti altındadır. 3 Mayıs 2014’te Türkiye’nin özgürlük konusunda 134üncü sıradaydı, 2016da ise 142inci sıraya kadar düştüğünü görüyoruz. Bu anlamda baktığımızda özgür basın diye bir şeyden bahsetmemiz mümkün değil. Yalnız, bu şu andaki hükümete suç getirecek bir şey teşkil etmiyor, biliyorsunuz ki, değişik hükümetlerde değişik partiler bir çok baskı grubu oluşturmuştur. 80 darbesi örneği… genel olarak medyaya baskının sebebi, mevcut hükümetlerin karşıt görüşleri tehdit olarak görmesidir. Asıl temel sorun, bunun değiştirilmesi için, ne yapılmasıdır? Anayasada temel olarak bu varken, bu durum neden değişmiyor, bu konuşulmalı. TÜSODER olarak, bizler birçok medyaya, kuruluşa gidip tüketicinin hakkını savunmaya çalışıyoruz, çünkü buradaki en temel problem insan haklarıdır. Tüketicinin yanında nasıl dururuz, buna önem veriyoruz.
Ali Faik Aydın: Mevcut liderin beğenmediği düşünceler suç, hatta terör suçu. Terör suçu için, hukuki kavramlar eğilip bükülüyor. Terör suçlusu olmak zor bir iştir. Hazırlık gerekir, örgüt-silah gerekir. Buna rağmen sade bir kişi-profesör, terör suçlusu diye geceleyin evi basılabiliyor. Bu gidişle, AİHM’ in ülke aleyhine verdiği kararlarla rekor kırılacaktır. İslami bir diktatörlük kuruldu, kuruluyor eşiğindeyiz. Bu kavramlar değiştirilirken, içi boşaltılırken, cehalet özendiriliyor. Ve kapanın içindeki şiddet eğilimleri besleniyor, toplum şiddete yönlendiriliyor, olağanlaşıyor. Ülkeme acıyorum.
Adem Çevik: Düşünce hiç bir zaman suç değil arkadaşlar, diktatörlük zamanlarında dahil. Düşünceyi açıklayınca, eğer arkasındaysanız, sonucuna katlanacaksınız. Mesela Türkiye’de 80 yıldır Eminönü Camii’nin arkasında İş Bankası Müzesi var, anayasaya aykırı bir şekilde CHP’nin ortaklığı var, 3 senedir bunu seslendiriyorum. Ben İş Bankası’nın itibarını sarsmışım. Ama böyle düşünce 3 yılla yargılanıyorum. Sonucuna katlanacaksınız. Ağlamaya gerek yok. Mütefekkirseniz, arkasında durmamız gerekiyor. Diktatöre diktatör diyebiliyoruz, İslam’a hakaret edebiliyoruz, Peygamber Efendimize hakaret edebiliyoruz. Kemalizm hakkında konuşabiliyor muyuz? Mesela her sabah, çocuklarımız saygı duruşu yapıyordu, Kore’de, Afrika’da yok bugün. Bu konuda cesaret eden var mı? Diyelim ki, terörü övmek, düşünebiliriz, az önce Gürcan Bey’in dediği gibi ama terörü övünce de bunun sonucuna katlanabilir miyiz? Ben birini öldürmeyi düşünebilirim ama düşünceyi açıkladığınızdan itibaren, bunun evrensel hukuk ilkelerine göre cezalandırılmayı göze alacağız. Ben senin görüşüne katılmıyorum ama düşünceni savunmak için, kanım pahasına arkasında duracağız. Terör konusunda destek olmak, bu düşünce-ifade hürriyeti midir? Bu konuda farklı da düşüneceğiz buradaki dostlarımızla. Ama bu sefer sonuç nereye gider? Buna da karar verilmeli.
Yasemin Bektaş: Bu ülkede asıl, din tartışılamıyor. Hangi gazetenin bir ilan verdiğini gördünüz, Müslümanlıkla ilgili, “olmasaydın olurduk” diye? Bu ülkede en rahat Atatürk eleştirilebiliyor, en rahat Kemalizm eleştirilebiliyor. En büyük nefretler yine o minvalde gidiyor. Şimdi tarafsız bakalım diyoruz, tarafsızlıkla gelen örneklerin hiç birinin geçerliliğini tartışmayalım, çünkü hiç biri tarafsız değil. Diktatör diye haber çıktığında bir gün sonra o gazete kapanıyor. Akit gazetesi, hiç büyük bir ceza aldı mı? Şu an Can Dündar hapiste ve vatan hainliğiyle yargılanıyor. Atatürk aşkıyla yanıp bitmiyorum, tartışabilirim, tartışılsın tabi ki ama eşit değil yaklaşımlar. Diğer taraftan savaş bölgesine dönmüş bir bölgemiz var, istiyorsanız buna Kürdistan deyin, Kürt Bölgesi-Güneydoğu deyin. Bunu yazanların kaleminden okumaya da gerek yok, alırsanız uçak biletini Diyarbakır’a, gidip görürsünüz. Amerika’yı yeniden keşfetme durumu da yok, oraya gidip esnafla konuşabilirsiniz. Tarafsızlık ama çok önem teşkil etmiyor, ne benim örneklerimde, ne de gelen diğer örneklerde!
Onur Fidangül: Hepinizin takip ettiği gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan, G. Amerika gezisinde Ekvador’u ziyaret etti. Bu gezide kadın öğrencilerin protestosuyla karşılaştı, hem dışarda hem içerde. Kadın öğrenciler, Cumhurbaşkanının korumaları tarafından darp edildi, hastane raporuyla belgelendi, aynı şekilde dışarıda duran bir muhalefet milletvekili de darp edildi. Ekvador kamuoyu bunu tartışmaya başladı. İçişleri açıklama yaptı, Dışişleri Türkiye Büyükelçisi’ni çağırdı. Ve Türkiye’den bunula ilgili açıklama istedi. Yani artık Türkiye’de ifade özgürlüğü, değil Türkiye’deki durumun kötülüğünden, şiddetinden… uluslararası öneme sahip olmasını bırakın, Ekvador gibi binlerce mil uzaktaki, bir ülkede Cumhurbaşkanı’nın korumaları tarafından, protesto ettiği için dövüldüğünün tartışıldığı bir ülke haline geldik. Ben çoğunuza göre gencim, sizin kadar hafızam be bilgim olmayabilir ama ben bu dönem diktatörlerinde bile böyle bir şey duymadım. Belki K.Kore’de olmuştur ama mevcut iktidarın da diktatör dediği, hiç bir devlet yetkilisinin korumalarının başka bir ülkede, başka bir ülke vatandaşlarını protesto ettiği için darp edildiğini ne gördüm, ne duydum. Bence gerçekçi olmak lazım. Türkiye’de yaşayıp sadece Türkiye gözlükleriyle bakmayalım. Bir de dünya bize nasıl bakıyor, arada öyle bakalım. Zaten bir kısmı hainler, bir kısmı Müslüman Kardeşler, bazıları bazen Esad, bazen Esed… ama biraz da Ekvador meselesini düşünelim. Ekvador’da da bir yarı diktatör var, biliyorsunuz. O bile bu konuda bir şey yapılmasını söyledi. Vay halimize… 24 yaşındayım.
Mustafa Haksever: Türkiye’nin geneline baktığımızda; maalesef, bilginin bilince, ahlaka ve inanca dönüşmediğini görüyoruz. Tüm sıkıntılarımız buradan geliyor. Bir insanla bazı şeyleri konuşabilmek, bir mesafe alabilmek için tutarlı bir yönünün olması lazım. Bunun için de bu bilgi edinilen şeylerin ya ahlak kurallarına bağlı olması gerekir, ya inanç kurallarına bağlı olması gerekir. Bu kurallara bağlanmaya bir bilginin mutlaka kendi mercii dışında kullanıldığını görüyoruz. Toplumumuza baktığımızda, birçok meslek sahibi asıl mesleğinin dışında işler yapıyor. Bu kişiler mesleğinde ne kadar başarılı olabilir? Başarısızlığımın tek sebebi bu, bildiğimiz işi yapalım, doğru yapalım. Ayağımızın bir ucu sağlam olsun, pergelin bir ucunun sağlam bir noktada olması düzenli bir çember çizmemizi sağlar. Pergelin bir ucu sağlam değilse, bizim çizdiğimiz çember hiçbir zaman sağlam olmaz. İşte düşünce özgürlüğü, gazetecilik, evet düşünebilirsin ama bunu bir ahlak kuralına bağlı olarak yapmazsan, mutlaka gidersin bir terör örgütüne maşa olursun. Türkiye şu anda her taraftan stratejik bir baskı altında. Bu durumdayken, Türkiye’nin elini zayıflatıcı faaliyette bulunun. Hangi meslekten olursa olsun, bunun bir cezası olacaktır. Ülke bütünlüğünü birinci kural olarak almamız lazım. Bu gemide hepimiz varız. Hiç kimse ülke bütünlüğünü bozacak faaliyet yapıp da, ben gazeteciyim, ben düşünce özgürlüğüne sahibim, diyemez. Bilinçli olanları insafa davet ediyorum. Hiç bir Avrupa ülkesinde Türkiye’de olduğu gibi düşünce özgürlüğü sergileyemezsiniz.
Erdal Şahan: Her insan düşünmeli, düşüncesini rahatça ifade edebilmeli. Aramızda farklı mezheplerden, görüşlerden olanlar var ama kabul ettiğimiz şu var. Eğer dini bir şekilde açıklayacaksınız, İbrahim Peygamber o dönemin düzeninin kabul etseydi, putlara tapsaydı ya da bundan yüzlerce yıl önce insanlar dünyanın düz olduğunu düşünüyorlardı, bundan 90 sene önce, Osmanlı’nın son – Türkiye’nin başlarındaki gerçekler neydi, şu anki gerçekler ne? Şimdi dünyanın yuvarlak olduğunu biliyoruz. Yaşadığımız çağın illüzyonuna göre biz bir şeyler sunuyoruz. Japonlar, yaptıkları bir araştırmada, mikroskop altında suyun inceleyip, güzel sözler veya kötü sözler söylediklerinde suyun farklı şekilde kristalleştiğini görüyorlar. İnsan vücudunun %60ından fazlası su ise, insanlar fikirlerini güzel bir şekilde açıklamalı. Yani karşısındaki insanlara fikirlerini güzel bir sözle başlayarak söylerse, karşısındakinin gönlünü kazanıyorlar. Agresif bir şekilde konuşursanız, direk karşı taraftan negatif enerji alıyorsunuz. Düşüncelerimizi güzel bir şekilde ifade edip paylaşmalıyız ama objektif olamıyoruz maalesef. Yaşadıklarımızla öyle gördük, konumlandırıldık. Ben sosyal demokrat bir insanım, hiç bir zaman da sağ görüşe oy vermedim. Bu benim yaşadığım çevreyle alakalı, sizler de sol bir partiye oy vermemişsinizdir. Bizlerin birbirimizi tanımamıza müsaade etmedi düzen. Ben bu toplantıya sırf birbirimizi rahatlıkla dinleyebildiğimiz için geliyorum. Çünkü fikirlerimizi ifade edebiliriz, kimin ne kadar inançlı, inançsız, Kemalist olduğu önemli değil. Hepimiz insan mıyız, hepimizin bir gelme nedeni var mı? Bir katkı koyacak mıyız? Şu anda yaptığımız şey bir taş olabilir ama onun öteki kıyıda yarattığı dalgayı hiç birimiz bilemeyiz. Bence böyle toplantılarda ilk olarak aklımızı ve vicdanımızı kullanmalıyız. Zülfü Livaneli, “Zamanında fikrimden-sanatımdan dolayı hapishanede yattım, işkence gördüm, yasaklandım” “O zaman herkes Atatürkçüydü, onu kullanıyordu, ben kullanmadım, istemedim” diyor. Kral çıplak diyebilmelisiniz, diyebilmeliyiz. Biz yol gösterebiliriz, yapmazsak, yarın öbür gün belki ucu bize dokunacak. Mevlana “Eğer her yerde olmak gibi bir duanız varsa, bir gönle girin, Çünkü seven sevdiğini her yere taşır” bu işleri sevgi ile halletmeliyiz, baba-oğul, anne-oğul ilişkisinde olduğu gibi. Çocuğunuzun fikri ne kadar farklı olsa, ondan vaz geçemiyorsunuz. Birbirimizden vaz geçemeyiz, hepimiz aynı gemideyiz.
Mehmet Ali Erdoğan: “Söz gümüşse sükut altındır” “Ağır ol, batman gelesin” Çok affedersiniz “Düşün düşün boktur işin” “Ne düşünüyorsun, 1000in yarısı 500, o da bizde yok” atasözleriyle başlamak istiyorum. Düşünceyi, düşünmeyi bundan daha aşağılayan sözler olabilir mi? Düşünmek serbest, ifade etmek yasak bizde. Düşünce ifade edilmeyince düşünce değildir oysa. Ne malum, bir hayvanın-köpeğin de düşünmediği? Mesele onu ifade edebilmek. Ben ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünden ayırmıyorum. Charlie Hebdo, Danimarka’daki Hz. Muhammed karikatürü… Hindistan’da-Pakistan’da karikatürleri protesto eden yüzlerce insan öldü. O sıralarda İsveç Büyükelçisi tvde “bizim ülkemizde Hz. İsa’yı eşcinsel gösterdiler, kimse kimseyi öldürmedi” dedi. Yani Hz. Muhammed’in de Kral Faysal gibi sıradan bir adam olduğunu, savaştığını, adam öldürdüğünü söyleyebiliyor muyuz bu ülkede? Mesele gelip şarka dayanıyor yine. Yani düşünce ve ifadenin yasak olduğu yer şarktır, İslamiyet’teki yasaklarla ilgilidir. Hristiyanlık ‘ta da yasaklar çoktur ama reform yaptılar, orası demokratikleşti. Bu ülkede ifade özgürlüğü yok, kavramları benim istediğim gibi ifade edersen eğer var, yani – Tayyip Erdoğan Allah tarafından bu ülkeyi yönetmek için gönderilmiş bir melek- demek serbest, diktatör yasak, 17-25 Aralık’a darbe serbest, yolsuzluk yasak, Mit Tırlarına casusluk demek serbest… adamı tutuklarsın da, asarsın da. Adamı suça teşvik etmedikçe, gidin şunu öldürün demedikçe, niye suç olsun? Benim istediğim kadar konuş. Benim istemediğim şeyleri söyleme demek faşizmdir.
Kemal Yücel: Bu mesele Doğu-Batı meselesi değil, doğunun da dokunulmazları var, batının da dokunulmazları var meselesidir. Doğu’da özgürlüğü kısıtlayan örnekler verildi. Batı’dan ise aklıma gelenler, İsveç’te Ermeni Soykırımı kabul edildi, TTK Başkanı Yusuf Halaçoğlu hakkında İsveç tutuklama kararı verdi, diğeri ise, Fransız düşünür Roger Garaudy, kökenim Marksisttir, siyonizmi eleştirdiği için öldürüldü, kitapları yasaklandı. Düşünmek içsel bir eylem, serbest ve sınırsız. Açıklanması ve yayılması sınırlanıyor, suçlanıyor. Siyasal alana, iktidar alanına yönelen eleştiriler-düşünceler sorun sayılıyor, iktidar sahipleri tarafından. İktidara-zülfüyare dokunmazsanız, her şeyi düşünmek-söylemek serbest. Bir siyasi grup devlete hükümet olmak üzere sahip olduğu zaman, o güce dokunulmasından rahatsız oluyor. Sıkıntı burada, güç mücadelesiyle alakalı. Yasaklanan düşünceler, bu gücü zafiyete-zarara uğratır diye korkulduğundandır. Doğru eleştiriler güçle-yasakla bastırılır, yanlış eleştiri ise düşünceyle-büyük bir iştahla cevap verilir, yanlış eleştiren itibarsızlaştırılır. Doğrusu da budur, düşüncenin cevabı düşüncedir, aradaki fark bu. İfade hürriyetinin araçlarının üzerine gidiliyorsa, bunlar büyük ihtimalle doğru olduğu içindir. 80li yıllara döndük, halimiz “Ne düşünürsem suç olmaz?”-açıklamak anlamında. Sivil vatandaşların, sosyal medyada istihbaratçıya döndüğü bir zamandayız. Siviller sivil kalmalı. Düşünceyle ilgili 25nci maddeyi söylediniz ama 26ncı madde onu sınırlayan bir maddedir. Bizim mantalitemiz 1 cümlede özgürlüğü veririz, 4 paragrafta geri alırız. TCK 765 eski Mussolini dönemi kanunudur. Bu kanunlarla, anayasayla yargıladık, insanlar yetiştirdik. Kanunlar kötü de olabilir ama uygulayıcıların iyi olması lazım. Asıl sebep, mantalitedir.
Erdal Ataş: Bir ülkede düşünce ve basın özgürlüğü, daha çok o ülkedeki insanların temel haklarına yaklaşımıyla şekil alıyor. Ülkemizde de, dünyada da bu böyle. Tabi ki, her insanın bir fikri-yaklaşımı söz konusu. Eğer bir ülkede faşizm varsa, düşünce özgürlüğü-basın o çerçevede şekil alıyor. Ülkemizin düşünce ve basın özgürlüğünde 140lara gerilemesinin belli nedenleri var. Bu, buradaki insanların kötü olmasıyla alakalı değil. Buradaki insanların temel haklarına yönelik yaklaşımdaki problemli durumdan dolayı kaynaklanıyor. Nedir temel haklar? İnancıdır, dilidir, cinsiyetidir, kimliğidir, ekonomide aldığı paydır ve yönetimdeki katkı payıdır. Bizim ülkemizde bunların hepsi problemli. Onlarca farklı kesimin dilleri, inançları yasak. Irksal yani nefret suçlarının çoğu önemli oranda mevcut. Cinsiyette, toplumu bilinçlendirme-meseleyi aşma yerine bunu teşvik edici söylemlerle bu işi sürdürüyor, kadın cinayetleri ortada. Bir kesim büyük bir ekonomiyi kendi elinde bulundururken, diğer kesim önemli oranda yoksulluk sınırları içerisinde yaşıyor. Yönetimde, insanların büyük çoğunluğu yönetim dışına itilmiş, kendi yaşamıyla, kentiyle, çevresiyle, ülkesiyle vb. ilgili söz söyleyemiyor. Ekoloji de aynı şekilde, kar uğruna her şey tahrip edilebiliyor.
Bu fikriyat tekçi bir anlayış ortaya çıkarıyor ve bu tekçi anlayış üzerinden bütün fikirler de şekillendiriliyor. Sadece anayasada bu yasakların ortaya konmasıyla bitmiyor, bunu pratiği de var. Bu yasakçı, tekçi zihniyet yüzyıldır devam ediyor. “Oluk oluk kan akacak” diyenler serbest, bizzat anayasayı uygulaması gerekenler “mevzuatın dışında davranacaksınız” diyebiliyor. Bu ülkede “şu yoktur, Kürt yoktur…” her şey serbest ama bunlara yönelik eşitlik-hak-adalet istiyoruz demek yasak, baskı altında. Anayasanın eşit, özgür ve adil temelde yeniden düzenlenmesi lazım. Bunun pratikte uygulanması için, sivil toplumdan tutun kitlelere kadar bunun içerisinde olması lazım.
Eğer bu yapılmaz da, “tekçi anlayış devam ettireceğiz” “vatandaşa haklarını vermeyeceğiz” “Başkanlık Sistemi ile meseleyi baskı altına alacağız” derlerse, biz bunu daha 20-30 sene daha konuşur olacağız. Bu yüzden bizim bir an önce eşitliğe dayalı, kitlelerin, kentini-ülkesini yönetebileceği, haklarını ifade edebilecekleri bir toplumsal düzeni-demokrasi ülkesi yaratmamız gerekiyor.
Soru-Cevap
Vasfi Kösebey: Nefret suçları dışında (hakaret vb.) başka mahkum olan-yargılanan var mı?
Kemal Yücel: Hakaretten bayağı bir yargılanan var. Beraat eden de var. Cumhurbaşkanına hakaretten dolayı tutuklu yargılananlar var. (Vasfi Bey araya girip yok diyor) Burada bilgi alma sorunu da var. Ben bu tip haberleri medyada gördüğümde, kim ne demiş diye, merak ediyorum. Haber detaylarında söylenen şeyleri, nende açıldığını bulamıyorum. Yayın yasakları da var. Bu dönemde çok uygulanıyor, daha önceki cumhurbaşkanlarında bu uygulanmıyordu. Bu tabiri caizse, Demokles’in kılıcına dönüştü. Sayın Cumhurbaşkanı siyasetin merkezinde ve dokunulmazlık zırhına bürünerek güncel siyasete-günlük hayata her konuya istediğini çok rahat söyleyebiliyor. Hakaret ediyor diyemiyeceğim, bu sefer ben yargılanabilirim-eleştiriyor. Neyi söylemezsek suç olmaz noktasına geldiğimiz için, her şeyi çok rahat söyleyemiyorum, adaletsizliğe işaret etmek istiyorum. Cumhurbaşkanını eleştirenler veya Cumhurbaşkanının eleştirisine cevap verenler aynı koruma kalkanıyla korunmuyorlar. Koruma, burada konuştuğumuz ifade hürriyeti olacak. Bu olmadığı için, bir taraf sınırsız iken, karşı taraf hiçbir şey söyleyemiyor.
Mehmet Ali Erdoğan: Yargılanmak sadece Ceza Mahkemesi’nde yargılanmak değildir. Bugün Cumhurbaşkanının siyasiler-muhalifler hakkında açmış olduğu onlarca tazminat davası var. Mesela ana muhalefet partisinin liderine açılan; ”Diktatör bozuntusu” dediği için, 100bin liralık tazminat davası var. Kendisinin hakaret etmesi serbest. Bu ülkenin aydınlarına, “Alçaklar” diyor. Kendisine “Diktatör bozuntusu” demek suç.
Erdal Ataş: Bizim terör olarak gördüğümüz mesele önemli. Hem kendisine göre bir terör belirlemesi var. Bu çerçeveye giren herkesi yargılayabilir. Yani Kürtlerin haklarını savunmak terör veya bölücülük olabiliyor. Aydınların bir bölgede, bir şehrin etrafını kuşatıp orada sivillerin zarar görebileceğini söylemesi, -sivil katliamlar yapamazsın-sivillerin ölmesinin parçası olamazsın dediğinde, terörün parçası olabiliyor. Gazeteci herhangi bir insan haklarıyla ilgili meseleyi dile getirdiğinde, bu mesele de terörün parçası haline getirilebiliyor. Yada Can Dündar’da açık görüldüğü gibi, Bizim ülkemiz, başka ülkeleri karıştırmak için silah satıyor, devletin kendi içindeki problemlerden dolayı bu mesele ortaya çıkıyor, bu meseleyi yayımlamak veya ifade edilmesini terör meselesinin bir parçası haline getirebiliyor. Şeyin de büyük çoğunluğu aynı suçlarla suçlanmış ve içeri atılmışlardır. İçlerinde diğer örgütlerle ne kadar bağlantısı var, bilmiyorum. Ama o insanlar da Can Dündar’da olduğu gibi terör suçlaması yapılarak, benzer mantıkla içerde yatırılıyorlar.
Şahin Tekgündüz: Diktatör diyenler hakkında herhangi bir dava açılmış değil. “Diktatör bozuntusu” dendiğinde 100bin liralık dava açıldı. Bunu nasıl yorumluyorsunuz?
Kemal Yücel: Soru ince bir soru, cevap vermek de tehlikeli. Fıkrayla açıklayabiliriz. Rusya’da birisini 12 yıla mahkum etmişler. Nasıl olur bu, demişler. 2 yılı işlediği suçtan, 10 yılı devlet sırrını açıklamaktan, diye bir fıkra var. Sorunuz ona benzer. Diktatör demek suç olmamalı. Diktatör bir sistem-uygulama eleştirisi. “Bozuntu” ile ilgili fikrimi söyleyeyim. Ne bozuntusu derseniz deyin, hakaret. Sayın Cumhurbaşkanı eleştirilebilmeli. Hem siyasetçi hem de hukukçu olarak hakarete karşıyım. Mağduriyetlerle büyüyen bir iktidar var karşımızda. Cumhurbaşkanına hakaret edilmesi onun mağduriyetini-itibarını arttırıyor. Dolayısıyla ona hakaret edilmesi, muhalefete hiçbir şey kazandırmıyor, kaybettiriyor, olaya bu gözle de bakalım.
(Ek söz talebi) M. Bülent Deniz: Diktatör bozuntusu demek, hakaret değildir. -Diktatör olamamış olmak- demek gibidir. Ben bir hukukçu olarak baktığımda, bozuntu demenin de hakaret olmadığı kanaatindeyim.
Erdal Ataş: Mevcut iktidardaki Başkanlık-Diktatör tartışmalarının daha çok Cumhurbaşkanı’nda kilitlenmesinin belirli nedenleri var. Bu sistem olarak belli meselelerinin tartışılmasının dışına çıkmış bir durum. Şöyle bir pozisyona dönüşüyor. İstenen Başkanlık ve diğer meselelerde problemli bir yan açığa çıkıyor. Mesela dünya üzerinde bir sürü ülke Başkanlık ile yönetiliyor. Bunları doğru buluruz ya da yanlış buluruz. Mesela ABD’de 52 devlet var. Başkanlık var ama altta federatif devletler var, herkesin alt anayasaları-parlamentoları var. Rusya 36 tane sanırım, federasyonla Başkanlık biçiminde yönetiliyor. Diğer Başkanlık sistemindeki ülkeler de böyle, altta federatif yapı ve onların parlamentoları-dilleri vb. var. Bizim ülkemizde bu meselenin tarifi o ırkçı ayrımcı politikayla bütünleştiği için, Cumhurbaşkanı da şöyle diyor. Bu dediği örnek hem altta federatif yapılar yok, eyaletler, kanton sistemi, özyönetimin olmadığı sistem nerde var, sadece Hitler Almanyası’nda. Yani dil sürçmesiyle alakalı değil. Türk usulü dediği, tam da Hitler modeline denk geliyor. Dolayısıyla demiyor, ABD’deki modeli yapalım. Rusya’daki modeli yapalım diyemiyor. Bu meseleler hep kişisel olarak tartışılıyor. Bir kesim tıkanmış olan bu düzen, dikatatörlükle-Başkanlık Sistemi ile aşılabilir. Biz de diyoruz ki, kitlelerin daha çok katıldığı-özyönetim, kanton, federasyonların gibi- bir yönetimle ilerleyebilir.
Adem Çevik: Hak Par temsilcisi ile arada konuşurken, 12 Eylül’de diktatör yazısı duvara yazılabiliyor muydu, üzerine konuştuk. Psikolog var aranızda bilmiyorum ama A. Necdet Sezer ve diğerleriyle kıyas yaparsak, diktatör diye diye zorla diktatör yapmış olmuyor muyuz?
Mehmet Ali Erdoğan: Olayın psikolojiyle alakası yok. 2013’te kızımla gezerken, Gezi Olayları’nda duvara “Diktatör Erdoğan” şeklinde yazı yazılmıştı. Kızımda bana dedi ki, “12 Eylül’de böyle bir şey yazabilirler miydi?” Doğru, evde konuşuruz. dedim kızıma. O dönem 2012’ye kadar ben Erdoğan’a diktatör denilmesi taraftarı değildim. Çünkü, bu ülkede bir darbe teşebbüsü vardı ve o darbeciler yargılanıyordu. Onlar altını oymaya çalışıyordu, o da onların üstüne gidiyordu. Fakat ne zaman ki 17-25 Aralık çıktı, hırsızlıktan suç üstü yakalandılar, vay biz darbeye uğradık dediler. İçerdeki adamları çıkardılar. Onlara milyonlarca para, tazminat verdiler. Barıştılar Ergenekoncularla ve kendisi 2013’ten sonra gerçekten diktatörlüğe döndü. Şimdi duvarlara kimse “Diktatör Erdoğan” diye yazamaz. 2013’te, 2010’da yazılıyordu ama şu an yazamaz. Ve o zaman daha demokratikti. Maalesef şu an yazılamıyor.
Faik Güleçyüz: Kontrgerillaya karşı İnisiyatif’in gönüllüsüyüm. İnisiyatif; Mazlumder, İHD, ASDER, DSKG, 68liler Derneği’nden oluşan Türkiye’nin en güçlü sivil toplum hareketi şu anda. Ve bizim hedefimiz derin devlet. İddiamız, Türkiye’de derin devlet açığa çıkarılmadıkça, Türkiye’nin nefes alması, aydınlığa çıkması mümkün değildir. 2012’den beri kontrgerillanın karargahına, Erenköy’de Zihni Paşa Köşkü’ne, her 12 Mart’ta saat 12’de gidiyoruz. Kadıköy Belediyesi tarafından işkence mağdurları anısına dikilmiş bir anıt var, oraya gidiyoruz. Bu sene de gideceğiz. Önerim, gelecek toplantımızı 12 Mart ile ilgili konuşalım.
Yerel Gündem: İstanbul’da hava kirliliği
Selahattin İncecik: Ben hepimizin yaşadığı şehrin, İstanbul’un, geçmişten günümüze hava kalitesinin nasıl geldiğinin serüvenini kısaca anlatmak istiyorum. 1979’dan beri İstanbul’la ilgili çalışıyorum. Doktoramı Haliç bölgesi için yapmıştım. 2019’da Dünya Temiz Hava Kongresi’ni yapmak için İstanbul’a getirdim. Her 3 senede bir yapılan 2500 katılımlı bir toplantı. Bir kere dünyada ve Türkiye’de nüfusla işe başlamak lazım. Dünya nüfusu 7.5 milyar, şehirleşme ve dönüşüm çok hızlı bir şekilde gerçekleşiyor. Ama bu dünyanın her yerinde aynı oranda meydana gelmiyor. Genellikle kırsaldan şehre doğru bir dönüşüm var. Şehirler de mega şehirlere doğru dönüşüyor. 65 yıl önce, dünyada bir mega şehir vardı, New York. Mega şehir, nüfusun 10 milyonu aşkın olan şehir. Bugün 35 tane mega şehir var. Bunlardan 20 tanesi Asya’da. Bu da bir mesajdır. Dünyanın en kalabalık şehri, piramit içerisinde bakarsak Tokyo’dur, 35 milyonu aşkın nüfusuyla Yokohama grubunda yer alır. İstanbul, 4.gruptadır, yaklaşık 15 milyondur ve giderek artıyor bu nüfus. 140 yıl önce İstanbul yukarıdaydı, şimdi aşağılarda bu farkı görebiliyoruz. Mega şehirlerin büyüme oranlarına bakarsak, sol tarafta Asya’nın gelişmekte olan Karachi, Delhi, Dhaka… şehirlerinde nüfus artışı çok yüksek %4… sağ tarafta gelişmiş ülkelerde Osaka, Moskova, New York, Londra… şehirlerde bu oran % 0,2lerde. İstanbul’da ise % 2. Bu olumlu bir sinyal değil. İstanbul’un 2023 ya da 2050lerde nereye geleceğini düşünürsek, 2030’da dünya nüfusu 9 milyar olarak planlanıyor. İstanbul’un durumu 2030 için 25 milyona yaklaşması bekleniyor, İstanbul sıkışacak. Türkiye’nin ayakta duran dinamosu ama bu dinamo olmanın gerektirdiği beslemeyi İstanbul, bugüne kadar almadı. İlk defa son 10-12 yılda ciddi bir değişiklik var. Havanın kalitesine bu noktadan başlarsak, araç-nüfus ve taşıma sistemi olsun, bunlar hep kargaşayı oluşturuyor. Hava kalitesindeki bozukluk aslında bunlardan kaynaklanıyor. 2016ya geldiğimizde araç sayısı 4 milyon, ama ürküten şey AB’nin 28 ülkesindeki kamyon sayısı Türkiye’den daha düşük. Türkiye’deki motorlu araçların %20sini motorlu kamyonlar oluşturuyor. Ab ile uyumu bozar nitelikte şeyler bunlar. İstanbul’da metro ağı yeterli değil. Hafif sistemlerle birlikte 145 km. Metro ağımız var. Oysa Seul’de 1000 kmlik bir metro ağı var. Paris’in 11 milyon nüfusuyla beraber 225 km. metro var. Bu metroların açılışlarına baktığımızda 20 yüzyılın başlarına denk geliyor. Fakat biz İstanbul’da çok geç geçtik. (1989da kazması vuruldu) Raylı sistemleri kullanmadığımız sürece, yerin altı kullanılmıyor, yerin üstü kullanılıyor ve burda da motorlu araç kullanılıyor. Bunlar hava kalitesi ve İstanbul’un gelişmesine ters olan şeyler. Bu nedenle İstanbul gibi şehirlerde yaşlı, genç ve çocukların erken ölümle karşı karşıya kaldıklarını görmemiz mümkün. Dünya Sağlık Örgütü, sadece hava kalitesine bağlı olarak, özellikle partikül kirliliğinden, dünyada 1 milyon kişinin erken öldüğünü söylüyor. Bizde henüz bu rakamlar yok. Ben ABde Brükselde konuşma yaparken, Türkiye masası şefi olan beyefendi bana gelip, “Sizin Sağlık Bakanınızdan şikayetçiyim” dedi. “Bizim formatımıza uygun bilgi gelmiyor sizden. Hep değer biçme olarak geliyor. Bu da değerlendirmelerimizi zorlaştırıyor.” Şimdi, İstanbul’da geçmişte hava kalitesi neydi, değişim nasıl başladı? Ve geleceğimizi nerede göreceğiz? İlk ölçümler 1969’da Karaköy’de İTÜ ziyaretçisi profesör olarak Bernard Tebbens’e ait. 73-74’te askerlik arkadaşım Ahmet Ayalp, ilk kez ölçümler yaptı. Bunlar ön ve kısa dönemli ölçümler. Bu yıllarda Sağlık Bakanlığı rol alarak İngiliz sitemiyle İstanbul’da bir ölçüm sistemi kuruluyor. 24 saatlik ortalamalar şeklinde 16 noktada ölçümlere başlandı. Ama bunlar sadece 2 parametreye (partikül ve kükürtdioksit) dayalıydı. Bu 89 yılına kadar devam etti. 89 yılında İBB yerinde bir kararla saatlik ölçümlere geçti. Ama bunu da az sayıda bir network ile yapmaya başladı. Hala yetersiz, 10 noktada yapılıyor. Ancak Sağlık Bakanlığının yaptığı sınırlı ölçümlerle bile, önemli şeyler görmeye başladık. Örneğin 1952’de Londra’da meydana gelen meşhur “London Smoke” hadisesinde çok yüksek kükürtdioksit ve partiküllerin olduğunu, binlerce insanın birkaç ay içerisinde hayatını kaybettiğini biliyoruz. Buna benzer bir seviye İstanbul’da 93 yılında 17-18 Ocak’ta, hatta London Smoke seviyelerini aşan bir kirlilik meydana geldi. Fakat bu kirliliğin etkilerini ölçemedik. Hastanelerden bu bilgiyi alma imkanımız yoktu. Bu İstanbul için dramatik bir olaydır çünkü o tarihlerde (1980-1990larda) ısıtma ve sanayide kalitesiz kömür, hatta yakıt yerine kimyasal atıkların da kullanıldığını biliyoruz. Daha sonra B. Dalan döneminde başlayan bir doğalgaz serüveni var. Önce Asya’da sonra Avrupa yakasında. Etkileri hemen görülmeye başlandı. İlk etkiler kükürtdioksit kirliliğinin ortadan kalmasıyla görüldü ve hava kalitesinde bir problem kalmadı doğalgaza geçişle. Fakat partikülle ilgili durum o tarihlerde azalarak devam etti ve daha sonradan arttı. Ve öyle seviyeye geldi ki, bugün İstanbul’da 365 günün %70inde partikül kirliliği (PM10 değeri) AB hava kalitesi standartlarının üzerinde. Bu şehrin her yerinde aynı değil tabi ama şehrin doğu ve batı bölgesinde ciddi bir şekilde ortaya çıktı. İstanbul’un emisyon profiline baktığımızda, bunu 1. derecede yöneten trafik-taşımacılık. 2. ise evsel değerlerden kaynaklı. İlçe bazında partikül değerine baktığımızda, birkaç ilçe dışında 50 mg/m3lük AB standardı hepsinde aşılıyor. Temel sebep, trafikten kaynaklı. Bizdeki terslik, dünya dizel yakıttan uzaklaşırken -dizelle çalışan araçlar şehre girmesin diye çalışmalar var, Paris buna ön ayak oldu- bizde böyle bir strateji yok, hatta dizel araçlar teşvik edilebiliyor medyada reklamlarla. Partikül kirliliğinin temel sebebi bu dizelli araçlar. İkincisi, İstanbul düz bir şehir değil tepeli bir şehir ve çukur alanlarda kirlilik çok kolay birikiyor. Buralar tehlikelere açık bölgeler, buralarda kirliliğe izin verilmemesi lazım. Ancak İstanbul’un gecekondu gerçeği de var ve buralarda hala kömür kullanılıyor. Hatta ilçe belediyeleri kömür için teşvikler yapıyor. Bu İstanbul’un hava kalitesini olumsuz etkiliyor, konut ısıtması bakımından kömür kesinlikle kullanılmamalı. Ben son olarak AB, ABD, Asya olsun 1 milyon kişiye düşen şehir içi ray uzunluğuna dikkat çekmek istiyorum. İstanbul’a baktığımızda çok gerilerdeyiz. Madrid 90, Berlin 41, Taipei 42, Seul 31, Pekin 38, Berlin 41, Varşova 13,5 iken İstanbul 9,6 km ile son sırada. Tabi Ulaştırma Bakanlığı bunu artırmak için çaba içerisinde ama çok geç kalındı ve bahsettiğim tehlikelerle karşı karşıya kalmamıza sebep oldu. 2050li yıllarda İstanbul nasıl yaşanabilir olur? Yeni smartcity kavramları var -Akıllı şehir. Şehirler yenilenebilir enerjiyle sürdürülebilir bir şekilde hayata ikame etmesi gerekiyor. Bu böyle olmazsa uyumsuzluklar başlayacaktır. İstanbul mutlaka yeni bir ulaşım tipiyle karşılaşmalı. (slayttan alıntı-Yenilenebilir enerjiyle uyumlu binalar, sürdürülebilir entegre şehir içi ulaşımı-yeni teknoloji güneş sistemli toplu taşıma ve elektirikli araçlar. -Entegre ve maliyet-etkin hava kalitesi sorunlarını kontrol eden sistematik bir yaklaşımın uygulanması gerekecektir.) Şehrin önemli zonlarına bugün araçların girmemesi lazım. Bunların hepsi hem sağlığımıza hem de ekonomimize etki ediyor.
M. Bülent Deniz: Londra’da şehir içine belli araçların girmesi belli bir ücretle oluyor. İstanbul için de dönem dönem böyle konuşulur, özellikle Suriçi’ne. Bu çok seçkinci bir tercih gibi görünüyor ama ortaya konulan rakamlara bakarsak, zaruret olarak da görünüyor.
Erdal Şahan: Kentsel dönüşüm diye bir furya var, daha doğrusu yerinde yapılaşma. Eskiler yıkılıp yerine yenisi yapılıyor. Burada bir ikilem var. Toplum sağlığı açısından asbest olayı. Eski, özellikle 80 öncesi yapılarda yalıtım malzemesi olarak asbest içeren maddeler kullanılmış. Ve bunların sökümü sırasında dikkat edilmediği için, asbest maalesef havaya karışıyor. Aslında, inşaat yapılan, yıkım yapılan her yerde vatandaş olarak tehlike altındayız. Beyefendi dedi ki, kömür dağıtanlar için eylem yapalım, aslında bununla ilgili belediyelerinize gidip binalar yıkılmadan önce asbest ölçümleri yapılması için ve asbest içeren maddeler tespit edildikten sonra bu maddeler sökülüp binalar yıkılsın diye belediyelere öneride bulunun, yazılı olarak da bildirebilirsiniz. Bu eylem değil, bir başvuru. Belediyeler de 39 ilçede bununla ilgili tedbir alırlarsa, en azından biz de sokağa çıktığımızda daha güvenli sokağa çıkarız.
Şahin Tekgündüz: İstanbul’un havasıyla ilgili bir yığın faktörden bahsettik. Asıl neden İstanbul gibi bir yerde nüfusun bu kadar yoğunlaştırılması değil mi? 15 milyona yaklaşan bir nüfus var, 20ye doğru tırmanacak. Hala yeni yapılaşmalar teşvik ediliyor. Nüfus o %2lik artıştan çok daha fazla artacak ve taşıyamayacağı bir yükün altına girecek. Ne altyapısı buna elveriyor, ne de havasının temiz olmasını sağlayacak imkanlar devreye sokmak mümkün! Bu politika değil midir, İstanbul’u bu kadar sorun içerisinde yaşatan? Sadece nüfus, hava kirlilği de değil, Allah korusun bir deprem anında sadece insanlar ölmez, Türkiye’nin ekonomisi de yerle bir olur. Ama buna rağmen İstanbul’a yükleniyoruz hala, çünkü rant İstanbul’da!
Hüsnü Adalı: Bir katılımcı Eyüp dedi, bir katılımcı Alibeyköy dedi, kömür dağıtıldığıyla ilgili. Bence doğru soru, hangi ilçeler kömür dağıtıyor değil, hangi ilçeler kömür dağıtmıyor? Aslında dağıtmayan ilçeleri belirleyip, onları tebrik etsek, bence daha yapıcı ve örnek olur.
Kemal Yücel: Şehir merkezindeki motorlu araçlar azaltılmalı. Özellikle kamyon, tır ve otobüsler. Bunlar trafiği de etkiliyor. Nasıl azaltılır, metrobüs hattı metroya dönüştürülmeli. Çünkü metrobüsler sıvı yakıt kullanıyor ve planlanan yolcu sayısının çok üzerinde. 400in kişi plananan metrobüs hattı, şu anda 1 milyonu geçti. Acilen 4lü trenler halinde metroya dönüştürülmeli. Şehrin uç noktalarına otogarlar yapılmalı, merkezden uzak olması lazım. Bu otogarlardan şehir merkezlerine metrolar yapılmalı. En başta bu Esenler ucubesi bir an önce kaldırılmalı. Bu otogarla ilgili bir mühendis eleştirisi “Bu otogarı yapan mimarın ben diplomasını merak ediyorum” Kamyon girişine sebep olan sebze hali-toptancılar var. Dolayısıyla bu toptan gıdacılar ve sebze halleri, yani iç dağıtım merkezleri belli bir yere toplanmalı. Buralara mal taşıyan tır ve kamyonlar şehir merkezine girmemeli. Bunlar trafik için bir tehdit aynı zamanda. Toplu ulaşımda, doğu-batı hattında yatay ulaşım var İstanbul’da. Metro-İett… tamamı yatay halde. İstanbul’da dikey ulaşım yok. Bostancı’dan Ümraniye’ye örneğin, Fatih’ten Kağıthane’ye… kuzey-güney, yani dikey olarak ulaşım yetersiz. İstanbul’da ulaşım dikey olarak kolaylaştırılması-yaygınlaştırılması lazım. Şu anda yaşayanlar için toplu ulaşım cazip değil. Toplu ulaşım eziyet gibi, metrobüs turşu gibi, imkanı olanlar bir yere taksi ya da özel araçla gitmeyi tercih ediyor. Toplu ulaşımın cazipleştirilmesi lazım.
Erdal Ataş: İstanbul’un bir problemini çözme ile ilgili yapılan şeyler, aslında İstanbul’un hatta Türkiye’nin başka problemlerle karşı karşıya gelmesine sebep oluyor. Örneğin havaalanı yapılıyor. Belki ulaşıma biraz nefes aldıracak. Fakat bir sürü yeşil alan tahrip ediliyor. Bu da başka bir problemi beraberinde getiriyor. Enerji kaynaklarının doğru kullanılmaması, trafik vb bir problemken yeşil alanların korunmaması da, en önemli etkenlerden biri. Bazı şehirlerin %40ı yeşil alan iken, İstanbul 1.5 kalmış. Orada da her yıl park vb. alan yok ediliyor. Belediyeler de dahil olmak üzere hep 3-5 ağaç kesiyoruz. Kara dayalı olarak bir şehirleşme var. Ben Çevre Komisyonundayım. Türkiye’de bir sürü problem var. İstanbul’da hep trafik vb. ön plana çıkardı, en azından yeşil alanın da ön plana çıkarılıp bir bilince dönüştürülmesi gerekiyor.
Soru-Cevap
Adem Çevik: Belediyeler kömür dağıtıyor dendi. Hangi belediyeler?
Selahattin İncecik: Halka belediyeler kömür dağıtıyor. Ekonomik gerekçeyle doğalgaz kullanamayan halka belediyeler kömür dağıtıyor. Doğal gazın teşvik edilmesi lazım. Belediyeler destek olarak kömür değil, doğal gaz üzerinden desteğini yapmalı. Belediyeler fakir değil.
Hüsnü Adalı: Hangi ilçede oturuyorsunuz, hangi ilçede oturmalıyız?
Selahattin İncecik: Ben Kadıköy’de oturuyorum. İstanbul’un en temiz ilçeleri Üsküdar, Beykoz, biraz Ümraniye. Dediğim gibi İstanbul’un topografyası düz olmadığı için kesin bir ilçe söylenemez, her yeri aynı değil. Network de yeterli değil. Bugün Paris’te 51 noktada ölçüm yapılıyor. Bizim 10 noktada ölçümümüz var. Ben Avrupa destekli bir projeden ilk kez Büyükada’da Ozon ölçümlerini başlattım. İki tane de Kandilli ve Göztepe’de yaptırdık. Bu sistemleri de İBB’ye hibe ettim. Mevcut sistem anlamaya izin vermiyor. Bir network çoğalması lazım. Bir İKA Projesi geldi, Marmara Temiz Hava Merkezi kuruldu. Bundan bir miktar geldi ama bu da yeterli değil. 3-4 istasyon eklendi. İstanbul’da 50nin üzerine çıkmak lazım. Burası Paris gibi de değil. Mesela Kartal bölgesi çok kötü çıktı. Orada denizden de gelen bir sıkışık bölge var. Fabrikalar zamanında gelmiş, otoyol yanlış yerden geçmiş. Kağıthane bölgesine gidin, sokakta yürüyemezsiniz. Orada bırakın sanayiyi, konutların dahi yapımına izin vermemek lazım. Ama gidin görün ki, her yer şantiye. İstanbul’a yöneticilerimiz haksızlık yapıyor.
Kemal Yücel’in toplu ulaşım-metrobüs ile ilgili sorusuna yönelik
Selahattin İncecik: Dünyanın hiç bir yerde bizimki gibi metrobüs yok. Metrobüs 10 kmlik hat üzerinde çalışması gereken sistemlerdir. Bizdeki zaruretten 40 kmye çıkardık. Bu iş ekonomik olmaktan da çıktı. Oysa o bölgenin raylı sistem olması lazım. Ama Boğaz Köprüsü’nü raylı sistemle geçemezsiniz. Garabet bir durum var ama bu duruma da başka türlü kurtaramazsınız. Şu anda metrobüs çok önemli bir işlevi görüyor. Doğru bir yöntemle mi, hayır!
M. Bülent Deniz: Londra örneği uygulanabilir mi?
Selahattin İncecik: Londra 7.5 pound istiyordu. Londra merkez, Oxford Caddesine bakıyorsunuz, otobüsleri sağ şeritten ayrılmazlar. Hiç bir zaman orta şeritte otobüs göremezsiniz. İstanbul’da böyle bir şey görebiliyor musunuz? Otobüs, kamyon olsun… her şeritten gidiyorlar. Sabah bakıyorsunuz, kamyonlar dükkanlara mal boşaltıyor, herkes istediğini yapıyor. İstanbul büyük bir kargaşa içerisinde, iyi yönetilmiyor. İstanbul kolay bir şehir değil, 5400 km2 lik bir şehirden bahsediyoruz. AB standardında bir ülkedir İstanbul. Singapur’a bakın, küçücük bir ülke, 5 milyonluk ülke ama raylı sistemine bakın. Bizim fersah fersah üzerimizdeler. Aksaray’da Haşim İşcan Geçidi’ni bilirsiniz. Haşim İşcan yapmıştı, o tarihlerde yapılan işler bu ölçekteydi. Oysa o tarihlerde Avrupa’da metro bitmişti.
Mustafa Haksever: Toplumu bilgilendirici bir çalışma var mı? Bu konuda idarecilerle, valilik, bakanlık, İBB gibi bir diyaloğunuz var mı?
Selahattin İncecik: 3 ölçüm sistemini ben İBB’ye hediye ettim. Diyaloğumuz oluyor. Kamu kurumları farklı çalışıyor. Ben bir bilim adamıyım. Uluslararası düzeyde iş yapmaya, bilimimi yükseltmeye çalışırım. İdareci, yönetici değilim. Onların düşüncesiyle benim düşüncem çakışmıyor olabilir. Ben rasyonel şeyler söylerim ama bir yönetici rasyonel şeyleri hayata kolay geçiremeyebilir. Benim öğrencilerim Bakanlık’ta genel müdür.
Berna Akkizal: Birçok AB ülkesinde yenilenebilir enerji teşvik ediliyor, bizde böyle bir teşvik var mı?
Selahattin İncecik: Enerji Bakanlığı, siz yenilenebilir sistemlerle elektrik üretebilirsiniz, hatta 500 kW’nin üzerindeyse bunu devlete satabilirsiniz. Devlet bunun 10 yıl alıcısı olarak görev yapabiliyor. Bunlar enerji üretimine yönelik teşvikler. 500 kWnin altında sizden hesap sormuyor devlet. Yani kendi evinizi bununla donatabilirsiniz. Yani Smart Cityler buradan yola çıkıyorlar. Enerjisini kendisi sağlıyor. 2050li yıllara girdiğimizde bizim evimiz gibi evler olmayacak artık, belki doğalgazı dahi kullanmayacağız. Her şey yenilenebilir üzerine kurulu olacak ve devlet bunu teşvik etmek zorunda. Bugün yalıtımla ilgili bir yönetmelik var, artık hiç bir ev yalıtımsız kalmayacak. Kaldığı zamanda ceza ödeyecek. Yalıtımsızlık hem cebinizi yakıyor hem karbondioksit üretimini arttırıyor hem de insanlığa zarar veriyor.
Erdal Ataş: İstanbul’daki yeşil alanlarla ilgili fikirlerinizi öğrenebilir miyim?
Selahattin İncecik: İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan miktarı 5,6 m2 dir. Bu AB ile kıyasladığımızda daha düşüktür. Kuzey Avrupa’da 90 m2dir. Akdeniz’e indikçe bu miktar düşer. Ama en alt nokta 20 m2dir. Bu İstanbul’un hak etmediği bir yeşil alandır. Milletvekilimiz de doğruyu söylüyor, İstanbul’un daha fazla yeşil alana ihtiyacı var. İnsanların nefes alması için dünyanın her şehrinde, artık soluk alma alanları vardır. Yeşil zonlar bunlar için vardır. Mesela benim evimin yanındaki Özgürlük Parkı, benim için bir nimettir. Keşke her yerde olabilse. Maalesef İstanbul’da bu tür şeyler yok, İstanbul rant alanı. Bunun da dengelenmesi lazım. Bunu dengeleyecek olan yönetimlerdir ve insanın da bu şekilde rant kazanması lazımdır.
Erdal Şahan: İBB rakamları 5,6 m2’dir. Çatalca ve Şile tarafını çıkarttığınızda 1,5 m2lere düşüyor. Çevre-hava kirliliğini önlemek için yeşil alanlar önemli ama eklemek istediğim deprem ya da afet anında bizim kaçacak alanımız olarak da bu yeşil alanlar önemli. Şehir içinde artık kaçış alanımız da kalmadı. Yeni binalar yapılıyor doğru ama, yapılaşmada hep inşaat metrekaresini yayarak, bütün toprak-yeşil alanları kullanarak yapıyorlar. Onları düşünmüyorlar ve rant ön planda. Madem kentsel dönüşüm yapıyoruz, yapıları da kendi enerjisini üretecek şekilde yeşil bina tasarlasalar, zaten geleceğe hazır hale gelecekler. Yapılan şeyi eksik yapıyoruz ve yarın öbür gün bu binaları da modifiye edip adapte etmeye çalışacağız. Yeni binaların da sağlam olduğunu düşünüyor, 50 yıl yıkmamayı düşünüyor herkes. Şimdi böyle bir tablo olunca da, aslında şimdiden buna başlamamız lazım.
Faik Güleçyüz: Parklar, ağaçlar konuşulunca, benim aklıma Taksim’deki ağaçlar geldi. Gezi Parkı geldi. Eğer orda o çocuklar olmasaydı o ağaçlar gitmişti. Bunu anmak istedim.
Ali Faik Aydın: İstanbul’da güneş enerjisinden, Boğaz akıntısından ya da rüzgardan enerji elde edilebilir mi?
Selahattin İncecik: Tabi. Türkiye’nin her yerinde çok büyük potansiyel var. Çalışma arkadaşlarımın geçen sene biten projesinde Türkiye’de Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde, güneş-fotovoltaik sistemlerle enerji elde etme. Güneydoğu A. B. Güneş enerjisi için mükemmel bir yer. Büyük bir şansımız var. Marmara B. İle kıyaslamıştık bu yapıyı, fotovoltaik sistemler için Türkiye’nin tamamına yakını çok uygun. Almanya’da, Danimarka’da bu sistem çok yaygın, ki Danimarka en az gören ülke güneşi. Türkiye’nin yeni bir sisteme doğru gitmesi lazım. Şimdilerde yatırımcılar daha çok rüzgar tribünlerine yöneliyorlar. Oysa rüzgar tribününün verimi %20lerde. Fotovoltaik sistemlerde de maliyet bakımından ucuzlama var. Ben arkadaşlarıma takılıyorum bazen, “bugün param olsa Ceylanpınar’da arazi alırdım” şeklinde. Oralarda Türkiye’nin elektrik sistemini ayakta tutacak kadar , 70 gigawatlık, bir potansiyel var.
Şahin Tekgündüz: 80 adet yeni termik santral projesi var sanırım. Bütün bu anlattıklarınız çerçevesinde bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Selahattin İncecik: Bu tam bir dilemmadır. Türkiye ilginç ve sengin bir ülke. 11 milyar tonluk bir kömür rezervimiz var. Gelin görün ki, verimliliği düşük, tozu yüksek bir kömür. Yatırımcılar verimsiz olduğu için bunu kullanmıyordu. Onun yerine Kolombiya’dan Güney Afrika’dan kömür ithal ediyorlardı. Gelin görün ki, doğal gazdan elektrik elde ediyorsunuz, doğal gaz ithal ediyorsunuz, elektrik ona bağlı olunca maliyetler yükseliyor. Dilemma bu. Ben Türkiye’nin 19 termik santralini denetledim, özelleştirme idaresine. Kendi kömürünüzü, yatağında yaksanız kireçle, Çan örneğinde olduğu gibi, örnek bir santral. Fakat hala gidip ithal kömürle yapıyoruz termik santrali. Oysa bizim güneşe yatırım yapmamız lazım. Bakın Fas’ta 500 mWattlık bir proje var. 5 ülke, İspanya, İtalya, Fransa, Almanya ve Fas Krallığı ortak bir şekilde 10 milyar dolar para ödediler, şimdi onu 2000 mwatta-2 gWatt, çıkarıyorlar. Ve ürettiği elektriği de İspanya’ya verecek doğru akımla.
Hüsnü Adalı: İBB başkanı olsanız hava kirliliği olan ne yaparsınız, ne yapmazsınız?
Selahattin İncecik: Metroyu destekliyorum. Çözüm metro.