YER: Çankaya Belediye Başkanlığı Mithatpaşa Cad. No: 52 Kızılay
TARİH: 3 Mayıs Cumartesi 14:00-17:00 arasında
KATILIMCILAR
DERNEK, VAKIF VE GİRİŞİMLER
1 / Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi – İHD (Mahmut Konuk – Sözcü)
2 / Demokratik Anayasa Hareketi (Abbas Kılıçoğlu – Üye)
3 / AEGEE Ankara (İhsan Oğul Ülkü – Gen. Sek.)
4 / Elvan- Der (Dilman Akyol – YK Üyesi)
5 / Ankara 78’liler Girişimi (Metin Uzunöz – Başkan)
6 / Devrimci 78’liler Federasyonu (Nejat Kangal – Başkan)
7 / Gündem Çocuk (Murat Dirican – Üye)
8 / Cinsiyet Eşitliği İzleme Derneği – CEİD (Göksu Günay – Üye)
9 / Mazlum-Der (Mehmet Göksu – YK Üyesi)
10 / Öğrenci Velileri Derneği – ÖVDER (Enver Önder – Gen. Bşk.)
11 / Ankara Eğitim Kültür Derneği (ANKA-DER) (Erdinç Sahin –Üye)
12 / Sosyal Demokrasi Derneği (Gönül Öztürk Turan – YK Üyesi )
13 / Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği (Nilgün Nazilli – Üye)
14 / Mevlüde Sahillioğlu (Denge Denetleme Ağı)
15 / Kafkas Dernekleri Federasyonu (Ömer Atalar – YK Üyesi)
16 / Yerel Yönetimler Sektörel Koordinasyon Derneği (Mesut Ülker – YK Üyesi)
17 / Ankara Kadın Girişimciler Derneği – ANGİKAD (Meral Güler – Üye)
18 / Başkent Kadın Platformu (Berrin Sönmez – YK Üyesi)
19 / Ramazanoğlu Vakfı (Rabia Burçe Tunda – YK Üyesi)
20 / Türkiye Gençlik Federasyonu (Yücel Tutal – YK Üyesi)
21 / Yaşasın Gençlik Derneği (Emirkaan Soylu – YK Üyesi)
SENDİKALAR
1 / Hak-İş (Yakup Göker – Şube Yöneticisi)
2 / Demokrat Eğitimciler Sendikası (İshak Çelebi – Gen. Sek.)
3 / Eğitim-İş (Mustafa Hayırlı – Üye)
4 / Özgür Eğitim-Sen (Osman Karyağdı – YK Üyesi)
KATILAN MİLLETVEKİLLERİ
1 / Mustafa Hamarat (Ak Parti Ordu MV)
2 / Mustafa Balbay (CHP İzmir MV)
3 / Faruk Bal (MHP Konya MV)
4 / İdris Bal (Bağımsız Kütahya MV)
PARTİ TEMSİLCİLERİ
1 / Mükremin Barut (HDP Çankaya İlçe Başkanı)
2 / İsmail Yiğit (Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi)
DİĞER KATILIMCILAR
4 izleyici katıldı.
MODERATÖR
Oya Özden
GENEL KONU: Cumhurbaşkanlığı Seçimi, Cumhurbaşkanının Yetki ve Sorumlulukları
KONUŞULANLAR
Oya Özden: Bugün Cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluklarını konuşacağız. Bunu konuşurken, ilkeler üzerinden gidip A veya B şahsına tamamen odaklanmadan konuşursak, içeriği zengin ve ileride bizi nasıl günlerin beklediğini de sorgulayan bir toplantı yapabiliriz.
Metin Uzunöz: Genel seçim havası içerisinde referandum niteliğinde geçen seçimin sonucu çatışmacı ve kutuplaştırıcı anlayışla devam etmektedir. Sağ oyları konsolide etme, algıyı yönetme başarısı Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi de tercih edilen yöntemdir. 17-25 Aralık Paralel yapı sendromu bilinçli olarak kitleleri etkilemenin, kamplaştırmanın aracı haline getirildi. Seçim başarısı cumhurbaşkanlığı seçiminde AKP’ye, elini güçlendiren bir konum sağladı. Erdoğan’ın ABD’nin seçim sonucu etkisi ile de desteğini alma gayreti, İsrail’le normalleşme söylemi de buna hizmet etmektedir. Erdoğan Cumhurbaşkanlığı ve başka konularda ne istiyorsa gerçekleştirmenin alt yapısını adım adım örmektedir. AYM’nin 52. yıldönümünde Başkan Haşim Kılıç’ın Erdoğan’a yönelik eleştirilerini hep darbeci anlayışın versiyonu, işbirlikçisi olma ile itham ederek önce hükümet üyelerinin en ağır karşı atağı ile yanıtlarken, kendisi de her vesile ile düşmanlaştırma tavrını sürdürmektedir. Abdullah Gül ve Erdoğan görüşmesinden önce de Abdullah Gül’ü önce etkisizleştiren bir anlayışla yandaş medya ve hükümet üyeleri ile ince bir politik tutum sergilemektedir. AKP Siyasi strateji geliştiriyor. Anayasayı tek başına değiştirecek çoğunluğu yakalamak istiyor. Erdoğan’ın son atakları ile 1 Mayıs’ta Taksimi kutlamalara kapatmasının arasında tezat oluşturuyor olsa da hep yaptığı şeyi yine yapıyor. Ermeni tehcirinde kaybedilen insanların torunlarına taziyede bulunması, Gezi direnişçileri ile diyalog kurmak istemesi, Alevilere statü kazandırma ve Ruhban okulunun açılması. Daha önce açılım adıyla ele alınan meselelere baktığımız da bu dış kamuoyuna yönelik ataklardır. 1 Mayıs’ta orantısız polis şiddeti, gözaltılar ve sıradan insanların mağduriyet yaşamasına baktığımızda aldatmadan öteye gitmeyecektir. Ana muhalefet CHP, MHP ve BDP-HDP’nin tutumunun ne olacağı meselesi MHP ilkel milliyetçi tutumunda devam ederek muhtemelen kendisi kendinden bir aday çıkarırken bildik politikasını devam ettirecek. CHP çeşitli isimleri tartıştırırken egemen siyaset biçiminden açılım yaratma uğraşında olsa da açmazları olmasından kaynaklı kendi çizgisinde adayda karar kılacaktır. Devrimci- Radikal demokratların tavrı gelecek için önemlidir. BDP’nin HDP’ye katılımı da düşünüldüğünde umudu yeşerten bir sonuç olarak HDP kamuoyunda kendi adayıyla gerçek gücünü barajsız bir seçimde gösterecektir.
Oya Özden: Arkadaşımız aslında genel bir değerlendirme yaptı. Konuya sadık kalmakta yarar var. Bunun yanı sıra dün AK Parti MYK’dan çıkan karar var. Üç dönem kaldı, iç tüzük değişmeyecek. Dar bölge, daraltılmış bölge uygulamasına da geçilmeyecek. Konuşmalarınızı bunun üzerinden de yaparsanız sevinirim.
Nilgün Nazilli: Ak Parti MYK’sından dün Recep Tayyip Erdoğan’ın istediği iki karar da çıkmadı aslında. Vekillerimiz bunu nasıl değerlendiriyor? Ak Parti MYK’sı Erdoğan’a rağmen mi, bu kararları aldı yoksa Erdoğan mı karar değiştirdi? Bu seçimin 10 Ağustos’ta olması zaten katılımı azaltan bir faktör. Genelde kitlede sandığa gittik de ne oldu, özellikle CHP ve MHP için sandıkta oyumuza sahip çıkmadılar yönünde bir pasif direniş de var. CHP ve MHP vekilleri bunu yenmek için partilerinde özel bir strateji geliştiriyorlar mı? Özellikle CHP bir önceki seçimde söylemini yolsuzluklara dayandırmıştı, bunun geçerli olmadığı belli ölçüde ortaya çıktı. Acaba Cumhurbaşkanlığı seçimi için nasıl bir söylem geliştirecek, bunun için şimdiden çalışmalara başladı mı? CHP ve MHP ortak aday konusunda ne yol izleyecekler? BDP kendi adayını yüzde bin çıkaracağını söyledi. İçinde bulunduğumuz durumda CHP, MHP ve BDP’nin ortak aday çıkarmaması durumunda Cumhurbaşkanlığının yeniden AK Parti’ye teslim edilmesi kaçınılmaz görünüyor. Ak Parti sayıca üstünlüğüne güvenerek mecliste dilediği yasayı çıkarıyor. Dolayısıyla biz vekillerimizin sokaklardaki muhalefetiyle yetinmek zorunda kalıyoruz. Cumhurbaşkanlığı adaylarını açıklamak için yine Ak Parti’nin kuyruğuna takılıp Ak Parti adayını açıkladıktan sonra mı tavır alacaklar yoksa bu sefer kendi adaylarını açıklayabilecekler mi?
Ömer Atalar: Yerel seçimden bu yana artan bir tansiyon çizgisi var. Milli birlik ve beraberlikten söz edeceksek %45-55 gibi bir ortamda mümkün değil. Çeşitli gruplar kendilerini dışlanmış hissediyorlar. Ak Parti’nin kendi tabanının, sadece dar bir kitleden ibaret olmadığını ve bu rahatsızlığı giderecek bir önlem alma sorumluluğunda olması gerektiğini düşünüyorum. Cumhurbaşkanlığı devletin birliğini ve bütünlüğünü temsil eden bir makam. Bu dille ve tansiyonla bir yol alınamaz. Ak Parti önde görünüyor ve başbakan aday olursa, kazanma ihtimali de kuvvetli fakat seçildikten sonra ne olacağını da hesaplamak gerekli. Toplumun yarısının tamamen reddettiği bir kişinin Cumhurbaşkanlığı makamında ne kadar rahat edeceği, kendisi rahat etse bile toplumun ne kadar rahat edeceği tartışılmalı. Eleştirileri sürekli tıkayan bir yapımız var. Basın özgürlüğüne ilişkin Freedom House raporunda Türkiye sınırlı sayıda ülkeyle birlikte, dünya basın özgürlüğünün dibine demir atmış durumda. Hükümetin açıklamalarına gülüyoruz. Alo Fatih dönemi dünyada kimseye anlatabileceğimiz bir şey değil. Basın özgürlüğünü hükümeti zayıflatacak değil bilakis güçlendirecek, yanlışlarından arındıracak bir şey olarak görülmeli. Bilgilendirilmiş bir rızayla mı oy veriyoruz? Bilgilendirme kanallarımız açık mı? sosyal medya açıktı, tahammül gösterilemedi. Bir yerde yanlış ve yolsuzluk varsa, bunun yazılabilmesini hükümet temin etmeli. Bugün dört bakanının soruşturma fezlekelerinin bir türlü çıkmaması ve basında yazılamaması, yolsuzluğun unutturulmaya çalışılması doğru bir yaklaşım değil. Ne Cumhurbaşkanlığı ne de genel seçimler sonrası toplumun huzuru için umut vaat etmiyor.
Nejat Kangal: 1 Mayıs’tan başlayacağım. 1979 1 Mayıs’ında, Bülent Ecevit başbakandı. Sokağa yasağa çıkma yasağı vardı. Aradan 35 yıl geçti. Ülkemizde demokratikleşme olduğu için (!) sokağa çıkma yasağı ilan edilmedi, sokağa çıkmak serbest, yürümek ve eylem yapmak yasak; 1 Mayıs aslında fiili olarak yasak. Demokratikleşmenin olmadığı despot bir ülkede, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi neyi ifade edecek? Bu büyük bir güç, dünyada örnekleri var ama başkanlık sisteminde. Halk oyuyla seçilen birisi, Kenan Evren’e göre yapılmış anayasadaki yetkileri kullanmaya kalkarsa; ki kullanılmayan çok sayıda yetki vardır, örneğin her bakanlar kuruluna başkanlık etmek bir baskı oluşturabilir; ne olacak? Ülkemizde alıştığımız şekliyle bakarsak, topluma karşı sorumluluk duygusu olmayan biri bir de Cumhurbaşkanı sorumsuzluğuyla taçlandırılırsa, ne yaşayabiliriz?
Abbas Kılıçoğlu: Cumhurbaşkanını halkın seçiyor olması, demokrasimizin geliştiği anlamına gelmiyor. Çünkü milletvekillerini ve belediye başkanlarını da halk seçiyor kağıt üzerinde. Cumhurbaşkanını halk oylayacak belki ama adayları yine partiler belirliyor. Parlamenterlerin seçtiği bir önceki sistemden çok da farklı değil. O zaman da partiler belirliyordu. Milletvekillerini ve belediye başkanlarını parti başkanları belirlediği gibi Cumhurbaşkanını da parti başkanının belirlediği bir sisteme evriliyoruz. Dolayısıyla ülkenin ihtiyaç duyduğu gerçek demokrasiden, milletvekillerini, belediye başkanlarını ve cumhurbaşkanını halkın seçebildiği süreçler işlerlik kazandığında bahsedilebilir. Kaldı ki muhalefetin her türlü yöntemle bastırılmaya çalışıldığı bir sistemde halkın kimi seçtiğinin pek bir kıymeti olmadığını düşünüyorum. Parti içi ve bunun dışındaki süreçlerde, demokrasinin, evrensel hukukun, kuvvetler ayrılığının, denetim mekanizmalarının ve halkın aktif katılımını mümkün kılan sistemlerin öncelikli olarak tartışılması gerekiyor.
Meral Güler: Bizim cumhurbaşkanının yetki ve sorumluluklarını değiştirebilecek gücümüzün olduğunu düşünmüyorum. Ak Parti meclis içinde o kadar büyük bir çoğunluğa sahip ki yasaları kendisi çıkarıyor ve onaylatıyor. Diğer partilerin söz hakkı olmuyor. Ak Parti adayını Gül veya başbakanın kendisi olarak belirlemiş durumda. Burada en önemli şey diğer partilerin ya da diğer gücün hala adayını belirlememiş olması. Bir önceki seçimlere bakıp nerde yanlış yaptık diye bir düşünmek gerek belki de. CHP’nin içinde bu basına da yansıdı. En önemli eleştiri, adaylarını geç açıklaması olarak gündeme geldi. Gerekli çalışmayı yapamadıkları yönünde eleştiriler var. İsim değil nasıl bir cumhurbaşkanı istediklerini tartışıyorlar hala. Neden hala belirlenemedi; diğer partiler de aynı şekilde hala belirleyemedi adayını. Seçim yaklaştı. Halkın yarısının sevdiği, yarısının nefret ettiği bir cumhurbaşkanı ile devam etmek istemiyoruz.
Erdinç Şahin: Gündeme iktidardakiler ve muhalefet edenler diye bakmak istiyorum. Yerel seçimlerde sözde iktidar ve muhalefet tarafları oluştu ancak Ankara’da sonuç alamadık. Bugün Cumhurbaşkanlığı noktasında bu birlikteliği ve ruhu ivmelendirmemiz gerek. Aday çıkarmaktan ziyade, nokta atışı olacak ve herkesin ittifak edeceği bir ortak bir isimde buluşamaz mıyız? Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiç birimiz sloganı buna uyuyor. Gazeteciler içerde, eğitim aldı başını gidiyor. Umutsuz olmak istemiyorum; en azından bu konuda birleşemez miyiz? Somut bir öneri bekliyorum.
Murat Dirican: Balbay’ın bir sözü vardı, varsa siz söyleyin diye. Bunu bizim söylememiz gerekmiyor, bizatihi sizin arayıp bulmanız gerekiyor. Bunun için seçildiniz. Muhalefetin baştan beri tavrı bu zaten. Milletin kendisini seçmeye mecbur hale getiriyor hiçbir şey yapmayarak. Mecbur kalıyoruz, ona oy veriyoruz. Oyumu çalana da çaldırana da haram olsun.
Yakup Göker: 2014 yılı itibariyle belediye başkanlarımızı seçtik, sıra Cumhurbaşkanında. Gördüğüm kadarıyla siyasi partilerin adayları net olarak belirlenmedi. Kim olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yüzde ellisini değil, tamamını kucaklayacak, bütün sorunlarını görebilecek, dertlerini dinleyecek ve kimseyi kutuplaştırmayacak, ötekileştirmeyecek birleştirici bir Cumhurbaşkanı olmasını temenni ediyorum.
Osman Karyağdı: Aslında ilk konuşmamız gereken şey yeni bir anayasanın oluşturulmaması. Yeni bir anayasa oluşturulsaydı, bu kadar hararetli bir tartışmanın içine girmeyecektik. Toplumun yarısının kabulü derken şunu görüyorum: Muhalefet birleşse ve ortak bir aday gösterse de yüzde elli alacak, Ak Parti adayı da. Türkiye’de üçlü bir siyasi kutuplaşma görüyorum. Ak Parti, MHP ve CHP, BDP-HDP. Üç temel siyaset var. Ortak bir siyaset belirlemek konusuna gelince… Ak Parti gitsin diye muhalefetin her türlü yola başvurma eğilimini gülünç buluyorum. Büyük ihtimalle Cumhurbaşkanlığı seçiminde de benzer bir yola başvurup birleşme yoluna gidecekler. HDP’nin adayı da önemli burada. Her parti kendi tabanını kaybetmekten çekiniyor. Kendi siyasetlerini geliştiremeyen muhalefet partilerin beceriksizliği bu. İnsanlar kutuplaşmış durumda, bunun üzerinden nasıl bir birleştirme yoluna gidilir, bilemiyorum.
Mahmut Konuk: Ben gündemi eleştirmek istiyorum. Neden Cumhurbaşkanlığı seçimi bizim birinci gündem maddemiz oluyor? Ezilenlerin, sömürülenlerin, baldırı çıplakların, işçilerin, işsizlerin gerçekten birinci gündemi bu mu; yoksa buraya gelenlerin gündemi mi bu? Bunu sorarak başlamak istiyorum. İkincisi; Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerinden hangileri bizim işimize yarıyor? Sürekli hastalık ve sakatlık durumunda olan 620 hasta var cezaevlerinde. Ağır hasta olup cezaevinde kalma durumu olmayan mahpusların sayısı da 220. Bu sayılar artıyor. Cumhurbaşkanının kaç tanesi için yetkilerini kullandığını sormak istiyorum. Aramızda daha önce gazetecilikten içeri konmuş bir vekilimiz var. Bugün hala onlarca gazeteci gazetecilik yaptıkları için cezaevinde; Çağdaş Hukukçular Derneği başkanı ve üyeleri avukatlık görevlerini yaptıkları için düne kadar içerdeydi. Tüm bunlar ortada. Ermeni Soykırımı’nın 100. Yılı. Süryanilerin özür beklediği Seyfo Soykırımı var. 1 Mayıs nedeniyle İstanbul esir alındı. Biz neden bunları tartışmıyoruz? Cumhurbaşkanının yetkilerine gelince… Abdullah Gül farklı deniyor. Kaç tane yasayı veto etti, eleştirdiği yasaları bile altına imza atıp çıkarttı. MİT’e verilen yetkilerle bir Teşkilat-ı Mahsusiye Yasası çıkarılmış oluyor. Bir öneride bulunmak istiyorum: Ortak aday çıkaracaklarsa; yurtdışından destek istiyorlarsa Kemal Derviş’i aday göstersinler. İçerden, halktan destek istiyorlarsa Mehmet Bekaroğlu’nu aday göstersinler.
Oya Özden: TkMM’ler STÖ’ler ve Milletvekilleri arasındaki bir diyalog zeminidir. Ne bir paneldir ne de seminer. Türkiye neyi konuşursa onu konuşur; yerelde de STÖ’ler o ile özgü hangi konuyu isterlerse onu konuşur. 1915 olaylarını daha önce Türkiye konuştuğunda, biz de konuşmuştuk. Önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimi olduğundan bu konuyu konuşuyoruz.
İhsan Oğul Ülkü: Avrupa merkezli, insan hakları, mülteci hakları gibi toplumu ilgilendiren konularda çalıştaylar yapan bir topluluğuz. Basın özgürlüğü konusundaki çalıştayları da Türkiye’den AEGEE Ankara ve İstanbul düzenliyor. Ak Parti grubu, Cumhurbaşkanlığı seçimini ya da örneğin twitter yasağı gibi konuları kendi aralarında konuşuyorlar mı? Gidişattan kendileri rahatsızlık duymuyorlar mı?
Dilman Akyol: Ülkemizin kuruluşundan bu yana, 80 darbe dönemi hariç; diğer dönemlerde cumhurbaşkanını hep parlamento seçti. 1982 Anayasası ile Kenan Evren, kendisini, birtakım yetkilerle donatarak, Cumhurbaşkanlığına taşıdı. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi sürecine nasıl gelindi, bunu da tartışmamız gerekiyor. Nisan 2007’d genelkurmayın e-muhtırası olarak bilinen 27 Nisan Bildirgesi yayımlandı. O dönemin genelkurmay başkanı, “Sözde değil, özde bir cumhurbaşkanı istiyoruz” düşüncesinden hareket etti, CHP Anayasa Mahkemesi’ne taşıdı bildiriyi. Karar yeter sayısı olması gerektiği öne sürülerek 367 kararı olarak bilinen bu karar kabul edildi. Bu durumdan hareketle Ak Parti de cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi konusunda çok sağlıklı bir tartışma yapmadan karar aldı. Dünyada bunun örneği yok. Başkanlık, yarı-başkanlık sistemleri, parlamenter sistem gibi sistemlerin hiçbirine girmiyoruz. Bu nasıl işleyecek, tartışılıyor. Cumhurbaşkanı halk tarafından seçiliyorsa, ne vaat ediyor halka? Hangi söylemlerle gelecek, hangi yetkilerle donatılacak? Oraya taşınacak isim değil, yetkileri önemli.
Mevlüde Sahillioğlu: Gözlemci olarak bulunuyorum. Denge ve Denetleme Ağı Sekreteryası adına buradayım. Denge ve Denetleme Ağı, birbirinden farklı 128 örgütün bir arada olduğu, Türkiye’de işleyen bir güçler ayrılığı ve güçlü bir denge ve denetleme sisteminin yerleşmesi için çalışan sivil bir ağdır.
Mehmet Göksu: Cumhurbaşkanlığı tartışmasının Anayasa tartışmasından bağımsız olabileceğine inanmıyorum. Sonuçta ortada darbe döneminden kalma bir anayasa var, bireylerin vergileriyle alınan silahlar topluma dayatıldı ve bir sabah uyandığımızda bir sürü kurallarımız vardı. Defalarca bypass edilse de ruhu itibariyle bu anayasa kokuşmuştur. Kes yapıştırlarla uğraşmak yerine tamamen çöpe atıp üzerinde zıplamalıyız. Eskisinden yola çıkmak çok eklektik olacaktır. Anayasada bana göre yasak olmamalı; yasaklar ceza kanununda olmalı. Anayasanın neresini okursak okuyalım haklardan çok sorumluluklardan bahsediyor. Gelmeden önce cumhurbaşkanının yeminini okudum. Nüfus, vatandaşlık hizmetleri yönergelerini okuyorum; mesela çocuğumuza vereceğimiz ismin milli kültürümüze aykırı olamayacağı ibaresi var. Çok yoruma açık. İnsan haklarıyla ilgili bir dernek üyesi olarak Cumhurbaşkanının af yetkisinin genişletilmesini ve pratikte görünür olmasını istiyorum en azından umut ediyorum. Af yetkisi işler değil. Doğrusu nedir, devlete karşı işlenen suçları affetmektir ama bizde ulu, yüce devlet adına hep bireyler mahkum ediliyor. Mazlum-Der olarak bu konuda bir şeyler yapılmasını bekliyoruz. Ayrıca Milli Güvenlik Kurulu’nun da lağvedilmesi gerektiğini, böyle bir kuruma ihtiyaç olmadığını da eklemek istiyorum.
Enver Önder: Ben Cumhurbaşkanlığı seçimini hiç merak etmiyorum. Hatta seçimler konusunda yurttaşlar olarak kullanıldığımız endişesini taşıyorum. Çünkü seçmeyi, seçilmeyi, seçtiklerimi denetlemeyi ve değiştirmeyi 20 yıla yakın bir süredir başaramıyoruz. Bunun için ulusal bütçenin emeğimizin, zamanımın büyük bölümünü harcıyoruz ama eski resim karşımızda. Bugünkü devlet etme anlayışına göre dünyanın en iyi anayasası Türkiye’ye getirilse, dünyanın en güzel yetkiler manzumesi Çankaya’nın önüne asılsa, hiçbiri yaşam bulmayacak. Bugünkü devlet etme yetkisi benim gücüm var, her şeyi ben bilirim, yaparım demek. Yurttaş sadece oyalanmak, avlanmak ve sandık başında bizi onaylamakla yükümlüdür şeklinde görülüyor. Asıl eleştirmek istediğim Türkiye’deki demokrasi cephesidir, yani bizler; buradaki dostlar başta olmak üzere. Türkiye’de demokrasi cephesinin bir sıkıntısı var. İktidar partisinin demokrasi diye bir derdi yok. Adı ileri demokrasi. Biz demokratlar, emeğin ve dayanışmanın bayramında bir araya gelemiyorsak, buradaki gerekçe “Orada Kürtçe açıklama yapılırsa biz yokuz.”; karşı gerekçe de “İstiklal Marşı okunursa biz yokuz.” İstiklal Marşı’na karşı olanlar ayrı bir cephede, bin yıldır bir arada yaşadığımız ve anasından öğrendiği, kendini en iyi ifade edebildiği dili dillendirmesinden ürkenler olarak da başka bir yerdeydik. Biz demokrasiye layık değiliz ki, biz demokrat değiliz ki. Ben karşı olduğum İstiklal Marşı’nı, 70 milyonun yarısından fazlasının tüyleri diken diken olarak izlediğinin bilincinde olarak onu sabırla dinleyemiyorsam, benim demokratlığım palavradır. Keza bin yıldır beraber yaşadığım ulusal Kurtuluş Savaşı’nı birlikte başardığımız insanların anadiliyle kendilerine ifade etmelerine tahammülüm yoksa; bırakın Ak Parti’ye afiyet olsun.
Günay Göksu: Aileden Sorumlu Devlet Bakanımız “Çocuklarınıza çığlık atmayı öğretin.” dedi ama bu ülkede 2000 yılından beri çığlık çığlığa bağıran insanlar, bir türlü seslerini duyurmayı başaramadı. Kaldı ki çocuk tacizlerinde sorumlular, çoğunlukla en yakınlar, akrabalar. Çığlık atmayı öğrenmek yetmiyor. İktidarın dinlemeyi öğrenmesi gerektiğini düşünüyorum. Ardından balkondaki aile fotoğrafı geliyor aklıma. Tayyip Erdoğan bize bir mesaj verdi; “Cumhurbaşkanı olacağım ve bu ülkeyi ailemle yöneteceğim.” Erdoğan, kendisini başından bu yana destekleyen bir sürü insanı bile yanına almadı orada. Dün basın özgürlüğüne ilişkin açıklanan istatistiklerde Kamboçya ile aynı sıradayız. Balkın ve aile fotoğrafının ardından da Putin geliyor. Oradaki başbakan, cumhurbaşkanı değişim süreçleri; Putin’in güçlü bir devlet başkanı olması örneğinden hareketler Erdoğan’ın da güçlü bir başkanlık sistemi arzusu olduğu ortada. Demokrasiyle bu sistemin gidebileceğini de düşünmüyorum. Demokratik haklarımızın çok daha fazla elimizden alınacağı, muhalefetin tümüyle susturulacağı bir sürecin bizi beklediğini düşünüyorum. Matematiksel veriler, muhalefetin birleşmesi gerektiğini söylüyor.
Gönül Öztürk Turan: Seçilecek Cumhurbaşkanının tarafsızlığı önemli bir konu. Bugün seçim sistemiyle herhangi bir siyasi partinin desteğini almadan seçilebilecek cumhurbaşkanlarının olamayacağı aşikar. O halde seçilecek olan cumhurbaşkanı organik bağlarla bağlı olduğu partisinden tarafsız olabileceği, bir soru işareti her zaman. Bireyin kendini temsil edeceği siyasi organlarda yer alması, her ne görüşten olursa olsun kendi görüşünün mecliste temsil edilmesi gerektiğini vurgulamak istiyorum. Bizim siyasi sistemimiz ve örgütlenmemizle herhangi bir vatandaşın mecliste temsil edildiğine inanmıyorum. Daha önceki sistemle, bugün melez bir yapıya sahip olan parlamenter sistemle ya da belirsiz bir başkanlık sistemiyle böyle bir temsiliyetin olamayacağını düşünüyorum. Gezi olayları göstermiştir ki yeni bir siyaset kültürüne ihtiyacımız vardır. Bu kültürü bize gençler göstermiştir; uzlaşmayı, aynı ortamda beraber yaşamayı, görüş birliği içinde olmayı. Maalesef, yönetme ve iktidar hırsıyla partiler bunu değerlendirememişlerdir.
Mustafa Hayırlı: Bir aday önermek istiyorum: Profesör İbrahim Kaboğlu, anayasa hukukçusu. Avrupa Birliği Hukuku’nu iyi bilen, Fransa’da dersler vermiş bir isim. Batılı tipi uygun bir aydın. Avrupa Birliği sürecinde partilerüstü olmaya uygun bir aday. Yaklaşımları çok insani; barışçıl ve uzlaşmacı. Ulusallığı ve evrenselliği birleştirmeye uygun biri olduğunu düşünüyorum. Recep Tayyip Erdoğan kadar popüler bir isim olmasa da Türkiye’yi ileriye götürecek ilerici bir aydın modeli olarak görüyorum kendisini. Bir konferansında kendisinin bir söylemini anekdot olarak paylaşmak istiyorum: Türkiye’de kan gövdeyi götürdüğü 90’lı yıllarda, terörle mücadele adı altında yetki verdiğimiz insanlar (komutan, polis) bu yetki özel alanda da kullanıyordu. Bu evrensel hukukun ihlalidir ve Türkiye’deki yöneticiler, hukukçular, bakanlar, kendini ulusal cephede gören insanlar bunu kavrayamıyor. Kaboğlu’nun bu söylemi dikkat çekicidir.
Yücel Tutal: Yüzde ellinin düşman edineceği bir cumhurbaşkanı seçilmesinde kimin ne kadar rolü olacağı noktasını tartışmak gerek. Hükümete karşı muhalefet partilerinin birleşerek çıkardığı aday yüzde elliyi temsil edeceği gibi, diğer yüzde elli yine hükümet tarafında kalacak. Burada en önemli nokta hükümetin, başbakanın ya da şu anki cumhurbaşkanının dışında neden bir aday düşünülmediği. Daha önce tek parti hükümetinin olmadığı dönemlerde, Ahmet Necdet Sezer örneğindeki gibi diğer partilerin birleşerek tek aday çıkarabildiklerini görmüştük. Bu anlamda muhalefet partilerinin birleşerek aday çıkarması önemli. Asıl yük hükümette de olacak. Belediye seçimlerinde CHP’nin MHP tabanlı bir belediye başkanı adayı gösterirken, çok mu doğru yaptı, bu CHP içinde de tartışıldı, acaba kendi tabanını ne kadar ikna etti? Ankara’da melih Gökçek’in bu kadar oy almasının nedeninin bu olduğunu düşünüyorum. Buradaki adayın sadece muhalefet partilerinin değil, Ak Parti tabanının da destekleyeceği bir aday olması noktasında değerlendirilmesi gerekiyor.
Berrin Sönmez: Cumhurbaşkanlığı seçimi konusunun tartışılmasını önemli görüyorum. Kimin cumhurbaşkanı olacağı üzerine kilitlenmiş bir tartışma zemini yaşıyoruz siyasi hayatımızda. Oysa önemli olan kimliğinden ziyade mevcut yetkiler ve seçim usulü. Tarihsel sürece baktığımızda demokrasinin gelişmesi için çok önemli fırsatları kaçırdığımızı görüyoruz. 21. dönem parlamentonun bir anayasa yapması gerekiyordu. Parlamentodaki partilerimizin büyük ölçüdeki isteksizliği ve ayak sürümesi olduğunu düşündüğüm bir sebeple anayasa yapılamadı. Ülkemizde erkler arasında en zayıf olanı parlamentodur. Parlamenterler millet tarafından seçilmiş olmanın gerektirdiği biçimde hareket edemiyorlar çünkü sistem buna izin vermiyor bu sistemin ortaya çıkışı 1960 darbesi ile ortaya çıkıyor. Çoğunluk iktidarını engellemek üzere bir anayasa yapıldı 1961’de. Demokrasinin çoğunlukçu bir sistemle geri kalan düşüncelere tahakküm kurmasını önlemek şeklindeydi. Bunu yaparken denge ve denetleme mekanizmalarını kurmak yerine vesayet kurdular ve bu vesayet içinde cumhurbaşkanlığı makamı önemli bir organ oldu. Bugün askeri vesayet, yargı vesayeti yıpratıldı. Anayasal kurumların muhalefet etme hakkı kaldırıldı. Sivil siyaset özgür hale geldi aslında, bundan kimsenin şikayet etmemesi gerekirken, endişeler yoğunlaştı. Demokrasi adına anlamlı bulmadığım bir endişe bu. Fakat önemli olan cumhurbaşkanlığının bir vesayet organı olmaktan çıkarılması. Bunun için yapmamız gereken, anayasa ve ilgili kanunlar bağlamında gerekli demokratik denge ve denetleme mekanizmalarını kurmaktı ama biz vesayet kurduk; ta 1961 ‘de ve 1982’de de devam ettirdik. Önümüzde kısa bir zaman var; anayasa yapamayız, yetkileri değiştiremeyiz. O halde yapmamız gerek, eldeki kumaşla nasıl bir kaftan çıkarabileceğimize bakmak. Mevcut yetkilerle cumhurbaşkanı kim olursa olsun, acaba denge denetleme adına mevcut yetkilerin değerlendirilmesi için siyasi partilerimiz nasıl bir hazırlık içindeler, vekillerimize sormak istiyorum.
Mesut Ülker: Bence enseyi karartmamamız lazım. Özellikle yerel seçim sonuçlarına baktığımızda ve buradaki konuşmalar üzerinden değerlendirince umutsuz bir hava sezinledim. Bence buna gerek yok. Önümüzdeki dönem yeni anayasa yapma gayretleriyle beraber sanıyorum cumhurbaşkanlığı seçiminde çok daha farklı bir gayret gösterilecektir. Demokrasi emek ve gayret ister. Ben bu kadar yüksek bir algıya sahip kitlenin, Türkiye’nin meselelerini çözmek konusunda, iktidarın yaptığı gibi algı yönetimi yapması gerektiğini düşünüyorum. Tek yol demokrasi. Milletvekillerimizden de çok şey bekliyoruz; siz vekilsiniz, biz asılız.
İsmail Yiğit: Öncelikle şu tespiti yapmak istiyorum: görüyoruz ki sivil toplum parlamentonun çok ilerisinde. Toplum devletin çok ilerisinde. Zaten yaşadığımız bu sıkıntılar ve demokrasinin bize yetmemesi bunun bir sonucu. Bu anayasanın artık herkese çok dar geldiği ve bu yüzden her yandan patlak verdiğini, sokaktaki isyanlardan da görüyoruz. Bu aynı zamanda ülkede bir muhalefet boşluğu olduğunu da gösteriyor. Parlamentonun zayıf kalması nedeniyle de halkın sokağa çıkmaktan başka şansı kalmadı. Çünkü sesini iletemiyor, tam seçim öncesinde sosyal medya yasaklanıyor. Basın özgürlüğü konusunda dünyanın en son sıralarındayız. İnternet yasaklanmakta. Bunlar, sivil toplumun temsil ettiği dinamik muhalefetin parlamentoya sesini duyuramamasına ve dolayısıyla toplumda karşılık bulamamasına neden oluyor. Cumhurbaşkanı, Türkiye’de bir vesayetin temsilcisi olarak dizayn edilmişti ve bunu Ak Parti’nin ilk yıllarındaki reformist adımlarında da bunların önünün kesilmesi girişimlerini gördük. Fakat geldiğimiz noktada Ak Parti’nin kendisinin attığı otoriter adımları dizginlemek için de bir olanak doğduğunu görüyoruz. Köprüden önceki son çıkış bu. Bu noktada muhalefetin salt aritmetik birleşimi yetmeyecektir, Ak Parti tabanına da güven verecek bir aday profilinin ortaya acilen çıkması gerekli. İnsanların, otoriter yönelimi görmelerine rağmen Ak Parti’ye oy vermelerinin de haklı gerekçeleri var, bu sosyolojiyi iyi okumalıyız. Çünkü insanlar Ak Parti öncesindeki döneme de geri dönmek istemiyorlar. Şu an Türkiye geçiş sürecinde. Post-Kemalist dönemde özgür bir düzeninin kurulamamasının sıkıntılarını yaşıyoruz. Bu şartlarda cumhurbaşkanı adayının profiline ilişkin partimizin görüşleri şu şekilde: öncelikle toplumu kapsayacak ve herkesin sorunlarına eşit mesafede olmalı. Bu sorunlar da özellikle Kürtlerin ve halkların sorunları. Özgürlükçü bir laiklik anlayışı olmalı; inananların ve inanmayanların haklarına saygı göstermeli. Cinsiyet eşitliği alanında güven vermeli. İnternet ve medya özgürlüğü alanında güven vermeli. Şimdi halktan oy alacak; ona neyi vaat etmeli? Bunları vaat etmeli. Ve önümüze gelecek yasalarda her zaman hukukun üstünlüğünü tanımalı ve Türkiye’nin bütün kesimlerinin sorunlarını dikkate alacağına dair güvence vermeli.
Mükremin Barut: Başkanlık sistemi tartışılıyor ama ben bunun bizim kültürümüzde olmadığına inanıyorum. Çünkü tartışırken var olma nedenlerini de tartışıyor olmak lazım. Somut örnek; 1923’ten sonra Atatürk kuvvetler birliğini savunan bir düşünce içinde ve 1924 anayasasından sonra da mecliste bir muhalefet olarak bile bulunması tartışmalı olan bir grubun tasfiyesi ile işe başlıyor. Ve tek bir düşünce üzerinden sistem ilerliyor. Milli şef döneminde de İsmet İnönü döneminde de bu kültürün pek oturduğunu görmüyoruz. Celal Bayar ilk sivil cumhurbaşkanı olarak geliyor. 60’tan sonra da asker cumhurbaşkanları geldi bir dayatma sonucu. İlk defa Özal şortla askeri denetim yaptığında toplum yerinde oynadı, en çok da siviller bundan rahatsız oldu. Bugün Cumhurbaşkanının ayrıştırıcı değil birleştirici olması gerektiği herkesin ortak görüşü. Yüzde elliyi evde zor tutuyoruz ifadesiyle ayrıştıran, Berkin Elvan’ın annesini kendi kitlesine yuhalatan, Roboski’de 34 insanımızın öldürülmesi konusunda hiçbir şey yapmayan birinin o koltukta oturması onu yakar. Suriye politikaları iflas etti, tam bir tiyatroydu. Bizim temel problemimiz anadilde eğitim sorunu. Bu konuda kırmızı noktaları olduğunu söylediklerinde, bu konu kapsayıcı haldedir. Sınırlara hala hendekler kazılıyor. İmarda emsal artırımını başbakan bir suç olarak görmüyor. Cezaevinde tutsaklar var, aflarıyla ilgili hiç söz edilmiyor. Yüzleşmeyle ilgili bir işaret verilmiyor, 1915 Ermeni Tehciri, Seyfo Katliamı, 1955’te Rumlara yapılanlar, Türkiye’de kendi halkımıza yapılanlar, Kahramanmaraş Olayı, Madımak. Bu yüzleşmeyle ilgili samimi işaretler verilmeden bu seçime gidilmesi nasıl olacak bilemiyorum. Devleti kutsayan bir anlayış hepimizde yetiştirilme şeklimizden ötürü var. Bu devlet ne için var, onu da düşünmek lazım. Başbakanın Gezi’ye ve 17 Aralık’ı komplo diye nitelendirdiği, “Gezi’ciler” şeklinde kutuplaştırıcı bir dil kullandığı bir ortamda bu seçime nasıl gidilir, düşündürücü.
İdris Bal: Demokrasi hesap verebilirlik ve şeffaflık demektir. Bunun için de medyanın özgür olabilmesi, denge denetleme mekanizmalarının çalışır olması ve Sayıştay’ın görevlerini yerine getirilmesi lazım. Şu anda biz cumhurbaşkanlığı sürecini değerlendiriyoruz ama Türkiye zaten 17 Aralık’tan bu yana sıkıntılı bir süreç yaşıyor. Darbe meşru olmayan yollarla gücün elde edilmesi demektir. İlla ki bunu askerlerin yapması gerekmiyor. 17 Aralık sonrasında yargı üzerinde büyük bir baskı oldu. Anayasa mahkemesi iptal etmeseydi HSYK düzenlemesi, yürütmenin yargıyı büyük oranda kontrol altına almasına sebebiyet verecekti. 13-14 bin polisin oradan oraya savrulması, adın konmuş darbe dönemlerinde bile olmamış. İddiaların doğruluğunun tartışılması bir yana, sadece bir medya mensubuna emir verilip muhalefet liderlerinden Bahçeli’yle ilgili haber yapılmaması yönündeki gelişme bile yöneticileri şaibeli hale getirir. Geçmişte kendileri baskı altındaydı. Bizim ülke olarak ilkeli ve demokrat olmaya ihtiyacımız var. Bizim seçimler öncesinde normalleşmeye, şeffaflığa ve hesap verilebilirliğe ihtiyacımız var. Bunun için de medyanın, üniversitelerin, düşünce kuruluşlarının, STK’ların tekrar özgürlüklerini elde etmeye ihtiyaçları var. Demokratik sistemlerde STK’lar, üniversiteler sürece dahil edilir; sizi eleştiren herkese partini kur gel denmez; eleştiriye açıktır. Genel anlamda kurumsallaşmaya, iç istişareye ihtiyacımız var. Dini, Atatürk’ü kullanmamalıyız. Siyaset yatırım alanı olmaktan kurtarılmalı. Demokratik gelenek oturmalı. Parlamenter sistemlerde cumhurbaşkanı bir semboliktir. İyi insan en kötü sistemi çalıştırabilir. İnsanlar demokrat değilse, demokrasi oturmamışsa, en iyi sistem bile suistimal edilir. Burada çare başkanlık, yarı başkanlık sistemleri ya da parlamenter sistem değildir. İlkeli olmamız lazım. Mesele insan unsurudur. Cumhurbaşkanını halk seçecektir ve çatışma riski çok fazladır, buna dikkat etmeliyiz. Üçüncü dönem sorunu olmadığına göre Erdoğan aday demektir. Bugün demokrasi, özgürlükler ve insan hakları anlamında ciddi sıkıntımız var. Yeni cumhurbaşkanının demokrat, özgürlükçü ve hukuk devletine inanan biri olması gerek. Kavgacı olmamalı, diyaloga açık olmalı. Herkesi kucaklayabilme gücüne sahip olmalı ve demokratik geleneklere saygılı olmalı.
Faruk Bal: MHP’nin genel olarak toplumdaki algılanış biçimine temas etmek istiyorum öncelikle. MHP kendi fikirleriyle tanınmış bir parti değildir. Rakiplerinin eleştirileriyle ve önyargılarıyla karşı karşıya kalan bir partidir. Bir kısmı aşıldı ama aşılamadığı alanlar da var bugünün sorunu demokrasi ve anayasadır. Türkiye demokrasiyi kural ve kurumlarıyla özümseyememiş bir ülkedir. Demokrasiden anladığımız rakibi tasfiyedir. Oysa rakibi doğru anlama, algılama ve çözüme ortak etme olmalıdır demokrasi. MHP perspektifinden demokrasi iki temel sütun üzerinde yükselir: hukuk devleti ve piyasa ekonomisi. Bunlar üzerine inşa edilen demokrat bir ülkede muhalefet iktidarla yer değiştirmesi gereken bir taraf; Türkiye’nin sorunu burada başlıyor. Yani ötekileştirme, reddetme, tasfiye anlayışı ile ortaya çıkan iktidarlar, muhalefetle yer değiştirme kültürüne ulaşamadığı için tasfiyeci bir politika izlemiştir bugüne kadar. Bugün de yaşanan bu sorunun kökeni 12 Eylül darbe anayasasına dayanmaktadır. Bununla darbenin mantığı dışına çıkılamayacak bir anayasa ilan edilmiştir ve devletin başına referandum ile kabul edilmesi halinde darbenin liderinin cumhurbaşkanı seçileceği şartını koymuştur. Çaresi olmayan millet tarafından da böylece Kenan Evren cumhurbaşkanı seçildi. Seçilecek kişi bilindiği için anayasada en geniş yetki ve sorumluluk cumhurbaşkanına verilmiştir. Yasama, yürütme ve yargı yetkileri tek tek sayılmıştır. Böyle bir cumhurbaşkanı seçilecek, demokrasi sorunu olan Türkiye’ye. Sistemimizi sorgulamak gerekir; bizim sistemimiz parlamenter demokrasidir. Devletin başkanı parlamento tarafından seçilir çünkü milleti temsil edecektir, halkın yarısını değil. Yine devlet organlarının uyumlu çalışmasını sağlayacaktır. Bu sorun 27 Nisan e-muhtırası ve 367 kararı ile geldi; ikisi de yanlıştır bize göre. Ak Parti buna tepki olarak cumhurbaşkanlığı makamını kapıp; devleti diktatörlüğe dönüştürecek bir sürece adım attı. Parlamenter sistemde cumhurbaşkanı halkın ve devletin başı olacağına göre halk tarafından değil de bu kimliklerini yansıtabileceği bir menşeiden gelenler tarafından seçilmeliydi. Mevcut anayasada halk tarafından seçilecek bir cumhurbaşkanının adı seçilmiş diktatördür.
Mustafa Balbay: Dünyada milletvekili seçimine ilişkin ne kadar yol varsa Türkiye’de hepsini denemişiz. Bu demokrasimizin deneme tahtası haline geldiğini gösteriyor. Seçim sistemlerini değiştirmede rekor Özal’da, 14 kez değiştirdi. 2000 yılında, “Seçime bir yıl kala seçim sistemi değiştirilemez.” diye anayasaya madde koydular. Bir tek cumhurbaşkanlığının seçim süreci değil de seçim şekli tartışmalı değildi şimdi o da tartışmalı hale geldi. Halk tarafından seçilen bir cumhurbaşkanı “Güç bende.” diyecektir. Çerçevesi iyi çizilmemiş anayasada yetkiler de tartışmalı. Örneğin 104. madde bile cumhurbaşkanının her şeye müdahale etmesine yeter. “Devlet kurumları denetler ve denge sağlar.” deniyor. Çok tartışmalı bir döneme giriyoruz. İçinden geçtiğimiz süreç olumsuz örnekleri öne çıkardığı için umutsuz olabiliriz. Benim gönlümden geçen, MHP ve HDP’nin tabanından blok oy alabilecek, Ak Parti tabanının da sempatisini toplayabilecek, CHP’li 60 yaşında bir aday. Bana Yılmaz Büyükerşen olabilecek isimler arasında geliyor. Bu kişi bir ölçüde Ak Parti tabanına da hitap edebilmeli. Duverger’in güzel bir sözü var, diyor ki “Bir siyasi lider kendisi gibi düşünmeyenlerin, ona duyduğu saygı kadar vardır.” Bu bakımdan önümüzdeki dönemde böyle bir kişinin seçilmesi önemli. Bugün 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü. Bu konuda dünyada son sıralardayız. Davutoğlu “Gazeteciler bunu kınasın.” diyor. Bu söz bile bence hükümetin basın özgürlüğüne bakışındaki yanlışı ortaya koyuyor. İktidarın medya üzerindeki baskısını ortaya koyan bir ifade bu. Türkiye’de çok kanal var, ulusal gazete sayısı 40, ulusal kanal sayısı 100, bölgesel televizyon sayısı 500, ulusal radyo sayısı 1500. Ama iktidar çok kanallı tek sesliliği hedefliyor. Gerçekten yetkilerini kullanma anlamında diktatoryal bir tehlike var. Buna rağmen, bunlara hayır diyen insanların çok olması da beni umutlandırıyor. Gezi olayları birinci umudumdur. Darbe, gücü, meşru olmayan yolla ele geçirmektir. Diktatörlük, bir kişinin milyonlara kişiye hükmetmesi değil, milyonlar kişinin bir kişinin zulmünü kabul etmesidir. Türkiye’de buna hayır diyen bir kesimdir. Ben mesleğe başladığımda söylenen hep bir darboğazın olduğuydu. Ben artık bir vadi hayal ediyorum.
Mustafa Hamarat: Fikir özgürlüğü güzel bir şey. Şiddet işin içine girdiğinde diyalog azalıyor. Siyaset birbirini engelleme içinde. Dışarıdan sürekli aşağılanan bir yapı. Siyasetçilerin diline de yansıyor. Partilerüstü konular da var. Kültürel tortularımızı aşmadıkça bunları sonuca varmadan sadece tartışırız. Sunumda cumhurbaşkanına ilişkin şöyle bir tanım vardı; devletin başı ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başkomutanı. Halbuki anayasada sadece devletin başı yazıyor. Türkiye’de bu konuya yaklaşımımız sivil değil. İktidar olarak bizim toplumun dışında değiliz, onun parçasıyız. 27 Nisan’ı ve 367 kararlarını unutmamak lazım. Daha önceki seçimler çok sorunsuz olmamış. Atatürk değil İsmet İnönü oybirliğiyle seçilmiş. Cumhurbaşkanlığı seçimleri her zaman kolay olmamış. Oybirliğiyle seçileni de sorgulamak lazım. Nasıl bir cumhurbaşkanı düşünüyoruz? Devletin başını kim millete teslim etmek istemiyor? 600 yıl önce Osmanlı’dan itibaren biz yönetimimizi devlet olarak bir aileye teslim etmişiz. Şimdi 90 yıldır kaderimize kendimiz hükmetmeye çalışıyoruz. Eleştirirken sorumsuzca davranıyoruz, sonuç üretmeye dönük değiliz. Herkes bir cumhurbaşkanı tarifi yaptı, ben de şöyle diyeyim: Siz tarifi yapın, biz içini doldururuz. Millet yöneten demokrasi istiyor, kavga istemiyor. İnsanlar işini soruyor; diğer taraftan okumuş kesim soruyor; “Sen Tayyip’in vekili misin, milletin vekili misin?” Gel çık işin içinden. Diyelim ki milletin vekiliyim ama insanlarla bir araya gelemiyoruz; ne yapacaksınız böyle bir demokrasiyi? Cumhurbaşkanı seçemiyor, kanun çıkaramıyor, hiçbir şey yapamıyor. Burada hassas bir denge var. Yani yönetebilir bir demokrasi istiyor millet. Cumhurbaşkanı seçebiliyor olmak Türkiye için önemli bir gelişme. Türkiye 80’lerde bunu tartışıyordu. Bugün halk nasıl bir cumhurbaşkanı seçebileceğini konuşuyor, bunu küçümsememek lazım. Atanmışlarla seçilmişler arasındaki kavgada sanki cumhurbaşkanına atanmışlar tarafında bir rol verildiği için seçilmişler tarafına geçmiş olması noktasında aslında sistemi eleştirme yaklaşımı var. Siyasetçi tarafgir davranan ve zulmeden demek değil. Siyasetin de bir adaleti var. Yüzde yüzle bir cumhurbaşkanı seçmeyeceğiz ama yüzde yüze güven bir cumhurbaşkanı arayışı içindeyiz hepimiz. Yüzde 52 ile seçeceğiz ama yüzde yüze güven vereceğiz.
Soru: CHP, MHP ile ortak aday çıkaracak mı?
Mustafa Balbay: Bu önemli bir konu. Kimi yerde CHP’lileri, kimi yerde MHP’lileri üzdü. Bir ilde hangi parti öndeyse ona oy verin tartışması yapıldı, iki partiden de bağımsız olarak. Burada iktidarın kendisini mutlak güç olarak görüp rakiplerinin etkisini ortadan kaldırmaya yönelik bir politika izlemesi karşısında, muhalefetin tabanı da ister istemez böyle bir arayışa girdi. Benim gördüğüm, bu seçimde MHP ve CHP ayrı adaylar çıkaracak. Ama her iki parti de ikinci turu düşünerek hareket edecek. Yerel seçimde Ak Parti’den erozyona uğrayan oyların MHP’ye geçtiği görülüyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi bence ikinci tura kalacak ve orada MHP’nin de ana muhalefet çabası içinde olduğunu görüyorum. Çoğunluk ilk turda herkesten kabul görecek bir aday belirlense diye düşünüyorlar ama gerçek öyle görünmüyor.
Faruk Bal: MHP açısından kamuoyu algısı yaratma amacıyla iki tuzak sunulduğu görülüyor. Birincisi; Sayın Gül mü yoksa Sayın Erdoğan mı aday? Bu sorun çözülürse sorun çözülecek gibi düşünülüyor. Bu algı operasyonudur. İkincisi; CHP ile MHP bir ittifak yapacak mı? Yaparsa belki, yapmazsa zaten kaybettik. İkisi de çok yanlış. MHP olarak seçimden sonraki ilk toplantıda “Nasıl birisi cumhurbaşkanı olamaz?” diye tartıştık. İkinci konuşmada ise Cumhurbaşkanında olması gereken özellikleri konuştuk. Herkesi kucaklayan, kimseyi dışlamayan, toplumun değerleriyle barışık bir nitelikte olmalı bu isim. Tartışılması gereken budur. Daha partim karar vermedi, ama olursa bu yanlış olur. Türkiye’nin yüzde yetmişi muhafazakar, milliyetçi, dindar grup. Bu kitlenin karşısında olduğu varsayılan CHP ile MHP ittifak yaptığı takdirde Ak Parti’nin zaten meseleyi sürüklemiş olduğu ortaya çıkar. Bu iki tuzaktan kurtulmak gerek.
Soru: Yerel seçimlerde yolsuzluk söylemine endekslenen CHP’nin, cumhurbaşkanlığı seçimindeki yol ve yöntemi ne olacak?
Önümüzdeki hafta bu konu mecliste görüşülecek ve daha net şeyler söylenebilecek. CHP’yi yolsuzluğa yolsuzluk var dedi diye eleştirmek Aziz Nesin’lik bir durum. Ama CHP şu noktada eksikti; bu iktidara karşı bu ülkeyi ben yönetirim söylemini anlatamadı. İktidarı eleştirmek tek başına yetmezdi. Bu ülkeyi biz şöyle yöneteceğiz ve sizi şu güvenceyi veriyoruz demeliydik, burada geride kaldık. Önümüzdeki seçimlerde de bu noktada daha net ve ikna edici ifadelerle konuşmamız gerekiyor. Örneğin aile sigortası konusunu topluma anlatamadık. CHP yapamaz dediler, bu bizim eksiğimiz. Bunu önümüzdeki seçimlerde gidermeye çalışacağız.
Soru: Ak Parti MYK’sı Recep Tayyip Erdoğan’a rağmen mi bu kararı aldı yoksa Erdoğan mı karar değiştirdi? (dünkü kararla ilgili; üç dönem ile dar bölge-daraltılmış bölge konuları)
Ne başbakana rağmen, ne de başbakanın kararı. Başbakan iki konuyu da istişareye açtı. Üç dönem sınırlamasının kaldırılması talebi vardı, istişareye açıldı. Seçim sistemi üç aşamalı bir konuydu; baraj sistemi, dar bölge ve daraltılmış bölge tartışması. Sistem değişikliği konusunda muhalefet partileriyle konsensus sağlanamayınca, başbakanın dar bölge getirelim gibi bir yaklaşımı oldu. O da tartışıldı ve oylama sonucu çıktı. Ak Parti iktidara geldiğinde Erdoğan’ın daha muhlis olduğu zamanları hatırlayın; siz bu işi yapamazsın diyenler, bir şeylerin yapılabildiğini görünce diktatör dediler. Biz memleketi yönetiyoruz, kimseye zulmetmiyoruz. Ama iktidarın olmanın kendine göre sorumlulukları ve zorlukları var. Eleştirenlerin yapıcı olmasını bekliyoruz.
Soru: Normalleşmeden ne anlıyorsunuz? (Metin Uzunöz)
İsmail Yiğit: Normalleşme, toplumdan gelen taleplere bağlı olarak kimsenin kendisini öteki hissetmediği bir düzenin kurulması. İnsanların süreçlere özgürce katılabildiği, herhangi bir engellemeyle karşılaşmadığı bir düzen.
Mükremin Barut: Ben temel paradigmanın yüzleşme olması gerektiğini düşünüyorum. Bunun 1915, İttihat Terakki, hatta Balkan Harbi’ne kadar gitmesi gerekir. Bu tarihin yeniden yazılması gerekiyor çünkü bu tarihi yazanlar, kendi yazdıkları konjonktür içinde davranmışlar. Tarihteki kurucu babaların hakları teslim edilmeden bir yere gitmek mümkün değil.
Faruk Bal: Bizim açımızdan normalleşme, hukuk devletiyle tam bağımlı olmaktır. Piyasa ekonomisinin teşebbüs gücüne ve rekabet şartlarına uygun olarak işlemesi demektir. Adalet sisteminin iyi çalışmasıdır. Normalleşme milli narsizm değildir. Türk milletinin çektiği işkence, kahır, zulüm de hesaba katılırsa, dünya tarihi de dikkate alınmalı. 1915 diyorsunuz, 1914 yılında Evlad-ı Fatihan hangi şartlarda Balkanlardan göç etti? 1993Harbi’nde Evlad-ı Fatihan nasıl Kafkaslardan nasıl göç etti? Arap Yarımadası’ndan Abdullah Paşa’nın orduları nasıl geri döndü? Eğer yüzleşmeyi ders olarak verenlere bakacaksak, öncelikle Amerikalılar’ın, Fransa’nın, Hollandalılar’ın, Belçikalılar’ın, İspanyolların, Portekizlerin normalleşmesi lazım; ardından sıra bize gelir. 1915 olayları, o yılın hukuki şartlarında gerçekleştirilmiş bir tehcir olayıdır. Osmanlı devleti Rus tehdidi altında dünya savaşı tehdidi altındadır. Tayin hakkını vererek, yemek hakkını vererek, o kitleleri Suriye’de toplamak istemiştir. Bu olay 1915 yılında olmuştur, 2014 yılında değil. Bu soykırım, 1948 yılında evrensel hukukun alanına giren bir tabirdir. Önceki yıllara uygulanamaz. 1915 yılındaki olay bir soykırım olsaydı, Ermeniler bugün Türkiye’yi uluslar arası mahkemelere götürürdü. Adli incelemelerde böyle bir soykırım olmadığı ortaya çıkmış. Bunları bilerek konuşmalıyız.
Mustafa Hamarat: Normal hayatta normalleşmenin anlamı neyse siyasi hayata da öyle aktarmak lazım. Hayat devam ediyor demektir. Korkuları aşmaktır. Devlette de böyle, örgütlerde de böyle. Bu kavram, Türkiye’de her şey tersinden okunduğu için gündeme geldi. Yasaları okurken aradan 367’ler, 27 Nisan’lar çıkarmak, toplumun beklemediği şeyleri büyük kaygılarla yapıyormuşçasına gündeme getirmek söz konusu. Türkiye’nin korkularını yenip normal bir devlet ve millet hayatına dönmesi gerekiyor.
Mustafa Balbay: Ülkemiz şu anda normalleşme ortamında değil. Ama en azından bu konuşma ortamı bile beni mutlu etti. Hititlerden beri iki şey sorun olmuş: Güvenlik ve birlik. Bu toprakların derin kültürü ve tarihin devamında gelen zorlukları vardı. Gördüğüm en sorunsuz ülke İzlanda’ydı; kuzey komşusu buzullar, güney komşusu balinalar, doğu komşusu orkinoslar, batı komşusu köpekbalıklarıydı; bu yüzden normal bir ülkeydi. Ama Türkiye dünyayla komşu. Güney komşumuz Suriye ve Mısır, kuzey komşumuz Rusya ve Ukrayna, doğu komşumuz İran, batı komşumuz Balkanlar. Bu yüzden bu coğrafyada her şeyin tıkır tıkır işlediği bir sistem her şeyden zor. Ne kadar normalleşebileceğimiz konusunda ben herkesi, ortak paydaları çoğaltmaya çağırıyorum. Normalleşme budur. Ortak paydalar eşittir ortak faydalar diyorum.
İdris Bal: Normalleşmeyi anlayabilmemiz için öncelikle normalin ne olduğunu hatırlamamız lazım. Normal olan evrensel ve demokratik değerlerdir, hukuk devletidir. Birinci sınıf demokratik ülkelerdeki uygulamalar, gelenekler, politikalar hatalarına rağmen normal model olarak kabul edilebilir. Normalleşmek için ne yapmamız lazım? Kuvvetler ayrılığı boşuna yok. Siyasetçiler ceberutlaşmasın diye kuvvetler ayrılmıştır. Acilen bu tesis edilmeli. Türkiye’deki parlamenter sistem tecrübesinde yasama ile yürütme iç içe olduğundan, yasama çok ezik kalıyor, milletvekili görüş ortaya koymakta eksik kalıyor, yeterli özgüveni hissetmiyor. Çoğulculuk olmalı, farklılıklar zenginliktir ama demokratik sınırlar içerisinde. Şeffaflık olmalı, bunun için medya özgür olmalı. Fırsat eşitliği olması gerek. Seçimlerdeki şaibeleri ispatlanana kadar ciddiye almıyorum ama seçime gidilirken fırsat eşitliği var mıydı? Bu ciddi bir soru işareti. Hesap verebilirlik gerekiyor, Sayıştay’ın görevini görebilmesi gerek. Evrensel standartlara göre normalleşmemiz gerekiyor.
Soru: Şu anda cumhurbaşkanının aldığı hiçbir karar yargıya götürülemiyor. Burada nasıl bir normalleşme olabilir? (Oya Özden)
İdris Bal: Bizde normal parlamenter sistemlere göre daha güçlendirilmiş bir cumhurbaşkanı var. Daha önceki seçim süreçlerinde hep bir kaos olmuş; siz bir de cumhurbaşkanını halka seçtirirseniz nasıl olacak? Seçilmiş bir cumhurbaşkanı başbakanla kavga ederse, daha büyük kavga olur. Şu anda sistemimiz parlamenter sistemden yarı başkanlık sistemine doğru gidiyor. Sayın Erdoğan tüm yetkilerimi kullanacağım, her kabineye başkanlık edeceğim derse ne olur mesela? Başbakanın artık bir bakan seviyesine inmesine ve yarı başkanlığa çok yakın bir yere geldiğimize anlamına gelir. Bu sistem sürdürülebilir değil. Biz tüm sistemler üzerine konuşabiliriz. Ama biz demokratik gelenekleri benimseyemezsek, tüm sistemler tıkanır. Yargı bağımsızlığı olmalı, partiler kurumsallaşmalı. Lider partisi yerine kurumsal partiler olmalı. İlkeler var olmalı. 13-14 bin polisin oradan oraya aktarılması, istihbarata sorgulanabilir yetkilerin verilmesi, başka kurumlarda tasfiyeler ve tüm kurumlara baskı uygulandığı yönündeki algı ve kutuplaşma çok sorunlu. Evrensel ve demokratik değerler ne diyorsa bunlar kabul edilmeli. En basit bir iddiada istifalar oluyor başka ülkelerde. Siyaset bir yatırım alanı olmamalı.
Soru: Demokrasi muhalefetsiz olmaz. Cumhurbaşkanı adayı çıktı ve ona finansman toplayacağız. Finans veren büyük işadamının kapısına vergi müfettişi gidecek mi, giderse muhalefet bunu nasıl engelleyecek? Bu güç var mı? Başbakanın Cumhurbaşkanı adayı olduğunu varsayalım. Alo Fatih devreye girip 43 kanalda canlı yayına çıkarken muhalefetin adayı için de Alo Fatih’ler devreye girecek mi? Havuz medyasına muhalefetin adayı çıkabilecek mi?
(Ömer Atalar)
Faruk Bal: Mevcut kanun, siyasi partilere cumhurbaşkanına finansman desteği verme yetkisini vermiyor. Adaylar sadece halktan YSK’da açılmış bir hesaba kaydedilmek üzere takriben 21 milyar lira alabilecek durumda. Muhalefet partilerine böyle bir bağış yapabilecek bir babayiğit tanımıyorum. Ama Ak Parti’ye bu bağışı yapabilecek pek çok cüce tanıyorum. Buna rağmen devlerle cücelerin yarışında çoğu zaman devlerin de iki seksen yere serildiği bakidir.
Mustafa Balbay: İletişim fakültesinde hocam demişti ki, basın özgürlüğü toplumun düşüncelerini ifade etmemesi için de kullanılabilir. Medya kendisinde öyle bir hak görüyor ki, düşüncelerin üzerine öyle gidiyor ki; pişman olup ifade ettiği düşünceyi geri çekiyor. Türkiye’de medya gücü yok, güçlerin medyası var. En etkili iletişim aracı özellikle iktidarın kontrolü altında. Cumhuriyet Gazetesi 90 yaşına giriyor. Belli süreçlerde gazeteye ilan vermiş bütün köklü firmalara, ilan verir misiniz diye sorduk. Pek çoğu iktidardan çekindiği için 90. yılımızı kutlayamayacaklarını söylediler. Cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde bu işleyecek ve olağanüstü bir dengesizlik olacak. İktidar tarafının her türlü dopingi alma hakkını kendinde gördüğü ama muhalefetin özgücüyle koştuğu ama engellendiği bir yarışa benzetiyorum bunu. En iyi yasa bile en kötü uygulayıcının elinde çok kötü sonuçlar verebiliyor. Bugün Sayıştay meclise hiçbir rapor göndermiyor. Nereden isteyeceğiz bu raporu?? Bu kanalları zorluyoruz. Açıklık, hesap verebilirlik, istikrar ve şeffaflık. İktidar sadece istikrar yanıyla ilgili. Biz toplumun bunu görmesini sağlamaya çalışıyoruz olabildiğince. İnsanların birçoğu konunun bu yanına duyarsız. Normalleşmemizin önündeki en büyük engel de bu.
Mustafa Hamarat: Türkiye’nin yakın siyasi tarihine baktığımız zaman finans meselesinin abartıldığı kadar iktidarın elinde olduğunu düşünmüyorum. Demokrat Parti bir senede kurulmuş iktidara gelmiş. Adalet Parti yine aynı. Ak Parti kuruldu, bir senede iktidara geldi. Muhalefetteyken seçim finanse etmek gibi bir sorunla seçim direkt ilintili olsaydı, iktidar hiç değişmezdi. Siz insanları inandırırsanız, insanlar fikrinizi ve projelerinizi desteklerlerse, mesele budur. Cumhurbaşkanlığı için de aynı şey geçerli. Muhalefet toplumun yüzde yüzüne güven veren bir aday buldu da para mı bulamadı? Bugün kim popülerse ve güven verebilirse kazanıyor. İnsanların işe bakıyorlar, çözüme gördükleri yöne gidiyorlar. Tek tek ikna ederek, insanların görüşlerini değiştirerek, siyaset yapılmaz. İnsanları oldukları kabul ederek, insanların onay vereceği projeler oluşturarak bu iş oluyor. Cumhurbaşkanını halkın seçmesi çok yeni bir şey. Bizim bu işi halka götürmemizin nedeni çantada keklik mantığı değil. Halk karar verir ve kendi işini kendi çözer, halk son sözü söyler. Sonuçta buna referandumla karar verildi.
Soru: Twitter kararı gibi çok tartışmalı kararları parti içinde konuşuyor musunuz?
Mustafa Hamarat: Biz özgürlükleri yasaklayan bir hükümet değiliz. Özgürlükleri yasaklayan bir iktidar seçimde oy arttıramaz, bunun örneği yok. Biz özgürlüklerin kötüye kullanılmasıyla mücadele ediyoruz; özgürlüklerden vazgeçmeden. Refleks olarak kötüye kullanılan bir şeyi yöneticiler yasaklama yoluna giderler. Ak Parti çıkardığı her kanunla özgürlüklerin önünü açmaya çalışan, bu özgürlüklerin kötüye kullanılmasıyla da mücadele eden bir tutum içerisindedir. Twitter olayı da tamamen böyledir. Bir insanı afişe edip, hakim kararı olmadan, savcı iddianamesi olmadan perişan etmek doğru değil. Özgürlüklerin doğru kullanılması da iktidarın sorumluluğunda çünkü bundan mağdur olanlar da iktidardan hesap soruyor. Özgürlüklerin kimseye zarar vermeden kullanılmasını sağlamak zorundayız. Bize karşı çok önyargılı davranıldı. Burada milli bir mesele de var. Türkiye’yi tanımıyorum deniyor. Bir iktidarın Türkiye’yi tanıtmaktan daha milli bir işi olabilir mi? suç unsuru sayılan hesaplar konusunda başka ülkelere nasıl saygı duyuyorsan bizim kurallarımızı da tanı aç dendi. Ama bu süreçte buna yanaşılmadı. Partimizle ilgili düşmanlık algısı tutmuyor, kimse boşuna uğraşmasın.
Soru: Neden başbakanın adaylığı konusunda bu kadar ısrarcısınız, başka aday düşünemez misiniz?
Mustafa Hamarat: Bu konuda istişare ediliyor. Başbakanımız parti içinde il başkanlarını, vekilleri ayrı ayrı toplayıp istişare ediyor. Herkesin Abdullah Gül mü Recep Tayyip Erdoğan mı olsun diye tartıştığı noktada bile yanlışlık yapılmaması için konuyu istişare edelim dedi ve hala devam ediyor. Bunların hepsi, yapılmadığı zaman eleştirilecek, yapıldığı zaman takdir edilecek konular. Tabii ki bizim parti liderimizi aday olarak görmek istememiz çok doğal. Siyaset çamuru çiğnememiş, bu işin çilesini çekmemiş birileri tarafsız da olamaz. Daha önce böyle şeyler yaşandı. Siyaseti kimse küçük görmesin. Siyaset çözüm sanatıdır, kavga sanatı değil.
Soru: Türkiye’de yaşananların ardından Gülen hareketinin cumhurbaşkanlığı seçimindeki rolü nedir? (Mesut Ülker)
Bizim siyasetteki muhatabımız halk. Doğruları ifade etmek, halkın doğrularından ayrılmamak; ana prensibimiz bu.
Soru: Siyasetin dinleme üzerinden demokrasiye şekil vermesi doğru mu? Basın üzerine baskı sadece Ak Parti zamanında mı uygulandı? (Osman Karyağdı)
İdris Bal: Ak Parti’nin doğruları da var, yanlışlarını da eleştiriyoruz. Özgürlükler, demokrasi noktasında çoğu kesim savunurken, bugün eleştiriyor. Ak Parti’nin kapatılma noktasına geldiğinde bile en büyük savunucuları, iktidarın baskısıyla işinden oldu. Mesele sadece twitter meselesi değil. Eğer devlet kurumlarına, medyaya ve insanlara yönelik baskı varsa tabii ki eleştirilecek. Ama bu konular şimdi gündeme gelmedi. Cumhuriyet’ten bu yana bir sürü sıkıntımız var. Siyaseti, kişileri kurumsallaştıramamışız, demokrasiyi oturtamamışız. En bariz örneği darbeler. Partilerin kurumsallaşamamasının sebebi de darbelerdir. Geçmişte de hatalar yapıldı. Genel anlamda biz AB standartlarını yakalamak istiyoruz. Dinlemelerin siyasete yön vermesi de doğru değil. Dinlemenin legal-illegal yapılması tartışması ayrı bir konudur, ortaya çıkan durumun siyasetçi tarafından, hükümet tarafından halka anlatılması ayrı bir şeydir. Çok ağır ithamlar varsa bunlar açıklanmalı. Bir ülkede feribot kazasından ötürü bir başkan istifa ediyor. Türkiye’de o kadar yoğun iddialar var ki. Başlı başına medya iddiası ortaya konsun örneğin. Siyasetin kurumsallaşması lazım.
Mustafa Balbay: Geçmişte de böyle şeylerin olduğu doğru. Bir gazeteci ekmeğini kaleminden kazanıyorsa, ne yazarsa yazsın nefret içermediği sürece özgür olmalı. Ama kalemini başkasına kiralamamalı. O kadar çok gazeteci, yazdığı yazı nedeniyle işten kovuldu ki bunlar kitap oldu.
ORTAK GÖRÜŞ
1 / İktidar kutuplaştırıcı ve ayrıştırıcı bir dil kullanarak, hem medya hem de toplum üzerinde baskı politikası uygulamaktadır.
2 / Muhalefetin Ak Parti tabanının da destekleyeceği bir ortak aday göstermesi, Ak Parti karşısında güç oluşturabilir.
3 / Cumhurbaşkanı adayı, herkesi kucaklayıcı, herkesin sorunlarına eşit mesafede yaklaşacak, özgürlükçü bir isim olmalı.
4 / Cumhurbaşkanını halkın seçmesinin, seçilecek kişinin bu gerekçeye dayanarak her türlü yetkiyi sınırsızca kullanmak istemesi riski taşıdığı düşünülüyor.
DEĞERLENDİRME
Gündem konusu “Cumhurbaşkanlığı Seçimi, Cumhurbaşkanının Yetki ve Sorumlulukları” olarak belirlenen toplantı, video sunumu ile başladı. İlk bölümde sivil toplum örgütleri 5’er dakikalık konuşmalarını yaptı. Sonrasında milletvekili ve siyasi parti temsilcileri konuya ilişkin olarak 5 dakikalık konuşmalarını gerçekleştirdiler. Ardından milletvekilleri kendilerine yöneltilmiş olan soruları yanıtladı.
SİVİL TOPLUM İLE İLETİŞİM
330 sivil toplum kuruluşuna e-mail ve telefon yoluyla duyuru yapıldı.
DEĞERLENDİREN KİŞİ
Ankara kMM Hamalı Nagihan Konukcu