YER: TYB
TARİH: 1 Mart Pazar, 14:00-17:00
KATILIMCILAR
DERNEK, VAKIF VE GİRİŞİMLER
1 / İstanbul Platformu (Ali Faik Aydın)
2 / İstanbul Hepimizin (Şahin Tekgündüz)
3 / Düşünce Suçuna karşı Girişim (Şanar Yurdatapan)
4 / ASSAM (Gürcan Onat)
5 / Cem Vakfı (Haydar Baki Doğan)
6 / ASDER (Necmettin Keleş)
7 / İnsan Hakları Derneği (Şenel Karataş)
8 / Yeşil Sol Kadınlar (Gülnur Aksop)
9 / İstanbul Barosu (Tennur Koyuncuoğlu)
10 / Liberal Avrupa Derneği (Hüsnü Adalı)
11 / Helsin Yurttaşlar Derneği (Nil Mutluer)
12 / Uluslararası Kudüs Derneği (Mustafa Haksever)
13 / Emekli İlahiyatçılar Derneği (Vasfi Kösebey)
SENDİKALAR
1 / H
AKADEMİSYENLER
1 / Nil Mutluer (Nişantaşı Üniversitesi)
2 / Şenel Karataş (Yeditepe Üniversitesi)
GOZLEMCİLER
1 /
SİYASİ PARTİ TEMSİLCİLERİ
1 /
DİĞER KATILIMCILAR
Çeşitli sivil kuruluşlardan ve halktan toplam 6 izleyici katıldı.
MODERATÖR
Yakup Kadri Karabacak
GENEL KONU: Toplumda Şiddet Kültürü: Kadına, Azınlıklara ve Farklılıklara Şiddet Hangi Zeminde Yükseliyor?
KONUŞULANLAR
İstanbul kMM Mart 2015 toplantısı sunum videosundan sonra Yakup Kadri Karabacak moderatörlüğünde başladı. Yakup Kadri Karabacak usül ve işleyişe dair açış konuşması yaptı. Genel gündem ve yerel gündem başlıklarına giriş yaptığı konuşmasında toplantının özel konuğu Akademisyen Nil Mutluer’e sözü bıraktı.
Nil Mutluer: Şiddetin her zaman bir tarafında olduğumuzu belirterek sözlerine başlayan Nil Hanım, şiddetin once aile içinde başladığını söyledi. Kadın cinayetleriyle ilgili UAÖ’nün verisine gore kadınların %70 oranla en yakın tanıdıklarından şiddet gördüğünü-öldürüldüğünü söyleyen Nil Hanım, aile kurumunun cennet olduğu kadar içerdiği şiddete gore cehenneme de dönebileceğini ekledi. Özgecan cinayetiyle ilgili, Özgecan’nın masumluğunun tüm toplumda Kabul görmesini ve failinin yine herkes tarafından kabul gören bir yabancı olduğunu vurgulayan Nil Hanım, digger cinayetlerdeki hakketmişliğe dikkat çekti. Şiddetin aile içinde de bu hakketmişlikten-kabul görmeden geldiğine dikkat çeken Nil Hanım, şiddetin normalleşme sürecini hukuki-siyasi ve tarihi örneklerle anlatarak sözlerine devam etti.
“Herşeyden önce kadın-erkek ilişkileri arasında denklik olmamasıyla oluyor. Sözün eşit kurulmamasıyla ilgili. Burda da sadece toplumu suçlayarak değil, baktığınızda 90 yıllık bir cumhuriyetten başlıyoruz ve mesela aile dediğimiz hukuk sisteminde, 2002 yılına kadar aile reisi erkekti. Yani siz bir taraftan eşit yurttaşlık diyorsunuz, cumhuriyeti kurarken kadınlara eşit haklar verdiğinizi söylüyorsunuz, fakar bizzat o kadınlar aile içinde resmi olduğu anda 2. sınıf yurttaş haline geliyorlar. Yine 2002 yılına kadar ceza kanununa baktığınızda, tahrik edici unsur, namus vb. saiklerle kadının öldürülmesiyle ilgili ceza indirimi vardı. Tüm bu eşit yurttaşlık söylemi arasında kadını ikinci sınıf yurttaş olarak konumlandırıyorsunuz, çünkü biri diğerini öldürürken, indirim alabiliyor. Aslında bu kadar basit.”
Nil Hanım, “ataerkil pazarlık” kavramına dikkat çekerken, burda yükün kadına bindiğine ve “idare etmek” eylemini dile getirdi. Erkek egemen zihniyetin sürekli kendini yeniden ürettiğini söyleyen Ni Hanım burden sadece kadınların değil, erkeklerin de mağdur olduğunu ve bu erkek egemen zihniyetin içersinde kadınların da gücü arkasına alınca erkekleri mağdur edebildiğini söyledi. Tarih yazımında, diyanet-milli eğitim ve milliyetçilikle devletin bu ataerkilliği denetlediği-devam ettirdiği ve sürdüğünü söyleyen Nil Hanım, -Taşnaklar, Kıpçaklar, Kürtler, Başörtülüler, Vicdani Retçiler, Aleviler, Kürtaj, 3 çocuk, Roboski, Geziciler, Mini Etekliler…” örnekler ile bu ötekileştirmenin hep olduğunu ve askerlik ile de bunun militarism katılarak normalleştirildiği ekledi. İktidarın da 2002’ye kadar yenilikçi olduğunu ve umut verdiğini ancak son 5-6 yılda kullandığı bu ötekileştiren diliyle 90 yıllın devlet dilini, hatta öncesinden gelen ataerkil dilini kullanarak farklı olmadığını ve geri adım attığını ifade etti. Nil Hanım, aynı zihniyetin içersinde yer alırsa, kendisinin de sahip olduğu güç-statüko ile güçsüze karşı şiddet uygulayabileceği örneğini söylerken, burda bireysel farkındalık ile empati kurup yüzleşmeyi çözüme gidecek yollar olarak sözlerini tamamladı.
Necmettin Keleş: Şiddetin bizim mayamızda olduğunu ve daha doğduğumuz andan itibaren enjekte edildiğini söyleyen Necmettin Bey, evde aile terbiye edilme ve eğitme noktasında şiddetle karşılaştığımızı söyleyerek sözlerine başladı. Nil Hanım’ın dilini kadın üstünlüğü üzerine kurduğu ve ayrımcı bir dil kullandığı iddiasıyla sözlerine devam eden Necmettin Bey, ailede başlayan şiddet sarmalının sonar okulda, sonar askerlikte sonar da toplumda sosyalleşmeye çalışan bireyle devam ettiğini söyledi. Burda kadının ve erkeğin farkı olmadan şiddete maruz kaldığını ve şiddet kullandığını, ikisinin de suçlu olduğunu söyleyen Necmettin Bey, kadınların da şiddet uyguladığını vurguladı. Askerde gördüğü şiddetten sonra sivil toplumda hakkını aramak isteyen bireyin orda da yakıp yıkan sivil toplum örgütleriyle karşılaştığını veya polisin eylemcilere şiddet uyguladığı söyleyen Necmettin Bey birşeyler çözmek isteyen bireyin hep şiddetle karşılaştığını, bu yüzden de şiddetin normalleştiğini ve bireyin bunu benimsediğini ifade etti. Ciddi anlamda eğitime el atılması gerektiğini savunan Necmettin Bey, -idam olmasın, hadım olmasın- görüşlerinin alternatifinin de üretilmesi gerektiğini söyledi.
Şanar Yurdatapan: Bütün söylenenlere katılan Şanar Bey, şiddetin çok yaygın olduğunu ve erkek-kadın herkesi etkilediğini söyledi. Ancak Savaş ya da herhangi durumda erkeğin uğrayacağı şiddetin 1 olduğunu ancak kadının 2 olduğunu, bunun da ikinci adımının da cinsel olduğunu söyledi. “Adam gibi yapmak” yerine “insan gibi yapmak” demenin daha doğru olduğunu söyleyen Şanar Bey, devlet büyüklerinin son dönemde kullandığı dile ve bu dili duyan çocukların da olduğuna dikkat çekti. Kendi çocukluğundan örnek veren Şanar Bey, burda hem aile içinde hem de toplumda ve siyasette kullanılan dilin yanlış olduğunu ve aileden topluma kurulması gereken dilin tepeden birey yaşamına da yanlış kurulduğunu ve ataerkil olduğunu söyledi. Kadın ve erkeğin aynı olmadığı ama kanun önünde ve sosyal olarak eşit olduğunu söyleyen Şanar Bey, fırsat eşitliğini kadın-erkek eşittir diyemeyenlerin ürettiği yorumuyla sözlerini tamamladı.
Tennur Koyuncuoğlu: Tennur Hanım insanın, doğada –çevre üzerinde yapılaşma ve hayvanlar üzerinde kurduğu tüketim zinciri ile yarattığı iklim değişikliği de dahil tahribat ile- kurduğu şiddet düzeniyle farklı bir yönden konuyu ele aldı. İnsanın şiddetin hamisi olduğu ve hukukun da bir nevi şiddet olduğunu dile getirdi. Hukukun devletin egemenliği altında topluma kabul ettirdiği bir şiddet olduğunu söyleyen Tennur Hanım, hukukun alt başlıkları ile şiddetin hapis boyutuyla da göz önüne alınmasını ve Kabul edilen hukuk düzeninde toplumda yaşanan bütün vakaların bir şiddet öğesi olduğunu söyledi. Anne-baba figürleriyle çocuğa öğretilen ilk şeyin şiddet olduğunu ve bunun üzerinden bireyin sosyalleştikçe hem hukukun hem de şiddetin inşa edildiğini belirtti. Bu inşa sürecinde askerlik kavramına da değişen katılımcımız, askerlik ile bireyin tornadan geçirilmesi benzetmesini yaptı. Burda kadının bu tornadan geçirilmemesiyle, umut kavramının kadınlar için geçerli olduğunu ekledi. Feminizmin, kadınların erkek egemenden kurtuluş yolu olduğunu belirten katılımcımız, bu kavramın erkek düşmanlığı ile özdeşleştirilerek hata yapıldığını veya böyle bir algı oluşturulmaya çalışıldığını söyledi. İşçi cinayetlerinden, bütün toplumdaki ezilen her kesime kadar kadınların bir umut olduğunu, feminizmin de doğuş şeklinde olduğu gibi bir kesimin değil, ezilen her kesimin temsilcisinin kadınlar olması üzerine kurulu olduğunu söyledi. Gücün paradan geldiğini, paranın ve dolayısıyla kapitalizmin bir şiddet olduğunu ifade eden Tennur Hanım, şiddetin nasıl hayatımızın her alanına nüfuz ettiğini, içinde yer aldığı toplantıda bile bu şiddet öğelerinin devam ettiğine vurgu yaptı. Çözümün aslında, bireyin kendisini düzeltmesiyle bağlantılı olduğunu, kendi bireysel hayatımızda bu şiddet unsurlarıyla yüzleşerek, özeleştiri yaparak, bazı adımları atmakla başlayacağımızı söyledi.
Gürcan Onat: Ben konunun bizden kaynaklandığını düşünen insanlardanım. Şöyle düşünürsek, bir kız bir erkek evleniyor. Evlendikten sonra diyorlar ki “ çocuğumuz olsun” burdaki –muz ekine dikkat çekmek istiyorum. Sorun emanet ve mülkiyet ilişkisi. Ben dindar bir insanım, dindar insanları tenkit ederek, bu açıdan bakmaya çalışıyorum. Bir kere biz dini yanlış algılamışız. Kadınların bizim mülkiyetimizde olduğunu zannediyoruz. Kadınlar bize emanettir, çocuklar da emanettir. Temel yanlışımız bu. Az evvel verdiğimi örnekte, anne-baba o çocuğu once sahipleniyor, Necmettin kardeşim ve hanfendi çok güzel özetledi. O çocuğa once anne, sonar baba, sonra abi-abla… niye? Burda da güç devreye giriyor. Yani güçlü olan, gücünü kullanır. Burda aslında, güçlü olan gücü kullanmak zorunda değil, yani kullanamaz, bunu öğretmemiz lazım aslında! O güç niçin verildi sana, sen güçlü olduğun zaman, karşındaki insanı gücün ile hizaya getireceksin anlamı çıkmaz. O çocuk büyüyor, evleniyor ve burda da yaptığımız bir hata var. “Kız alırız” “Kız isteriz” Yani biz “damat almayız” “kız alırız”, bakın bunlar ne kadar yerleşmiş. “Kız almak” ne demek? Niye “damat alınmaz”? Ya da evlilik teklifini kim yapar? Erkek! Kız evlilik teklifi yapsa, nasıl karşılarız? Hepimiz yadırgarız, kusura bakmayın! Ama aslında ne kadar normal bir kızın evlilik teklifi yapması. Lakin biz bile, ben bile yadırgarım. İşte bunları değiştirmemiz lazım, bunlar yanlış kodlar. Ha şimdi, evlilik teklifini erkek yapınca erkek 1-0 önde. Artık kız aldık, gelin aldık, 2-0 oldu. O kız bizim malımız, mülkümüz artık, kaynana, kayınpeder ve tabi koca da o şekilde bakıyor. O artık, oranın bir mülkü, işin can alıcı noktası bu bence. O mülk değil, dini açıdan baktığımızda da yanlış. O emanet, emanet ile mülkiyet alakasız şeyler. Dindar insanlar bu işin dinden kaynaklandığını söylüyor da, bu iş dinden kaynaklanmıyor, tamamen bizdeki yanlış kodlardan kaynaklanıyor. Olayı ben her zaman söylerim. Karşımızdaki insanı birey olarak görmek, olduğu gibi kabul etmek. İlla ki yön vermek, şekil vermek zorunda değiliz. İlla ki benim dediğim şekilde olmak zorunda değil. Ben sözümü söylerim, karşımdaki kabul eder veya etmez. Önemli olan bu emanet-mülkiyet ilişkisini karıştırmamak ve karşımızdaki insanı olduğu gibi kabul etmek.
Ali Faik Aydın: Genelde güçlü olanın, zayıfa karşı şiddeti. Özelde ise kadına, çocuklara, farklı olanlara hatta güçsüz erkeklere ya da ötekileştirilmiş erkeklere karşı. Son dönemde muhalifini, karşı taraftakini düşman ilan etme yaygınlaştı. Düşman ilan edilince, onun canı da helaldir, malı da helaldir. Ayrı dinen kadın-erkek nasıl eşit olabillir şeklinde en yetkili ağızlar kabul ve ilan ediyor. Feodal erkek ittifakı egemen. Ülkemizde hala çok eski feudal yaptırımlar, artarak sürdüğü gibi, klasik ölüm şekiller vardır Anadolu’da, hamile kadının doktra götürülmemesi, çocuk hastalıklarına dikkat edilmemesi-basitleştirilmesi, damda yatarken uykuluyken damdan düşüp ölmeler, bu klasik ölümler devam ettiği gibi, yeniden bu feodal yaptırımlar sebebiyle birçok insan öldürülmekte, taciz ve tecavüze uğramakta, hatta tecavüze uğrayan kişi karakola gittiğinde, o işe müsaittir diye yeniden tecavüze uğrayabilmektedir. Bir de bu şiddetin global boyutu var. Dünyada görülmemiş bir vahşi kapitalizm var. Ve bireysel silahlanma var. Her ikisi de başlı başına şiddettir. İnsanlara ancak şiddetle ayakta kkalabileceği ya da başkasını ezerek kendini idame ettireceği anlayışı egemen olmaktadır. Ayrıca tecavüz ve tacizlerin gizli kalma olasılığı çok yüksektir. Bu nedenle hukukçulardan, ruh doktorlarından… devlet yapmıyorsa Tabip Odaları ve STÖ’lerinin genel bir tarama yapmasını öneriyorum. Bu yansız bir şekilde karşısındakine güven verildiği takdirde yapılırsa, birçok olayın ortaya çıkarılacağını tahmin ediyorum. Ayrıca insanlar yoksuldur, yoksulluk da, başlı başına bir şiddettir. Yoksul insan kişilik ve kimlik kazanamaz. Taciz ve tecavüze müstehak olduğunu da düşünebilir. İnsanlar şu anda sadakaya, zekata muhtaç hale getirilmişlerdir.
Şenel Karataş: Ben umutsuz olan kadınlardanım. Hatta bu konu konuşuldukça umutsuzluğum daha da artıyor. Pesimist noktadan olaya yaklaşacağım. Anadolu’da atasözlerinde biri şöyle: Güneş çarığı, çarık da yağı sıkar. Bizdeki şiddette böyle birşey. Bir şiddet silsilesi ve sistemin en başından aşağıya doğru sirayet eden bir silsile. Ve bu silsile bozulmadıkça, bu şiddetle beslenen ortam daha da artacak gibi. Çünkü once dilde uygulanan bir şiddet var, dile çok yerleşmiş bu. Bunun once değişmesi lazım. Sanırım, once biz, kendi kendimizi ikna etmek durumundayız. Şiddeti konuşurken ya once kendimizi savunma durumundayız ya da saldırma durumundayız. Önce bunu ortadan kaldırmak gerekiyor. Bu konuda yüzleşmeyi once kendi kendimize yaşayacağız. Onun dışında ayrımcılık ve ötekileştirme, biz hep bu noktaya temas edecek konuları konuşuyoruz. Ayrımcılık ve ötekileştirme düşman kamplar yaratır. Düşman kamplar, düşman algılar ve bu algıların sonucunda da, sözel şiddet ve daha sonra da, meşru şiddeti de beraberinde getirir. Eğer düşmansa, düşman yok edilmesi gereken, yok sayılması gereken, en azından zarar verilmesi gereken bir noktadadır. Yapılması gereken şey, şiddet uygulma hakkımızı, topluma kamuya duyurmaktır. Bunun adı, meşru şiddettir. Yıllar once, Malatya’da şube başkanlığı yaparken, 3 hristiyanın öldürülmesi olayı vardı. Tüyler ürperten bir olay, hristiyan diye kestiler,doğradılar ve çok soğukkanlı bir şekilde anlattılar. Ben burda infial olmasını bekliyordum, Hrant Dink’in ölümünde Malatya, İstanbul’dan sonraki en büyük yürüyüşü yapmıştı-yaklaşık 5000 insan yürümüştü. Vilman Geskeler olayı, aynı ve acı bir olaydı ve biz orda 300 insanı bulamadık. Bunun altında, insanların ilk dedikleri şey, “E, onlar da biraz hakketti canım, müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz!” oldu. Bu adamlar niye öldürüldü, herkesin kendince bir fikri vardı. “Kimin hakkı olabilir böyle birşey?” diye bir soruyu hiçkimse sormuyordu. Bana en trajik gelen şiddet olaylarından biriydi bu: biz kendimizden farklı-güçsüz-öteki gördüğümüzün üzerinde güç denemesi yapan bir toplum olarak hafızalarıma yerleşti. Kadın, kadın kimliğiyle ortaya çıkmaya başladığından itibaren, çalışan hayatına girdi, sesini yükseltmeye-daha çok konuşmaya başladı- büyük bir rahatsızlık da oluştu. Evet, kadın ilerlerken, erkek yerinde saydı. Erkek, iktidar alanını kaybetmek istemediği için, kadına şiddeti daha fazla arttırdı. Ve son 12 yılda kadına şiddet %1500 arttı. Özgecan cinayetinin ardından aynı hafta biz 3 tecavüz daha haberi aldık. Ve bizim duyduğumuz bu. Biz dernekte çalışırken, birçok kadının başvurduğu ama hukuksal hiçbir girişimde bulunamadığı en 10 tane kadının böyle olduğuna sadece ben şahit oldum. Ve bunun dışında hepimizin de yaşadığı ama söylemediği birçok taciz olayı var. Bir savaş ortamının da olduğunu Kabul etmek gerekiyor. Şiddete doğan çocuklar, şiddet doğurdular. Şu anki şiddet ortamının sebeplerinden biri de iktidarın çok eril bir dil kullanması, ortaya delikanlı adam formasyonunda çıkmış olması, bu dilin arkasında çok iyi durması, aynı zamanda savaşan bir neslin ortaya çıkması. Bu şiddeti görünür kılmaya ve devamının da geleceğini gösterdi bize. Ama temel sorun baskıcı iktidarın kışkırtılmış erkekliğin kolkola yürümesi ve bu ortamın değişmesi için bazı şeylerin yapılması gerekli.
Hüsnü Adalı: Burda ben Bilgi Üni. Psikolog Murat Paker’in şiddet ile ilgili piramidini getirdim. Temelde ataerkil eşitsizlik düzeni var. Erkek efendi, kadın erkeğe tabi. Onun üzerinde kapitalizm-vahşi kapitalizm var. Narsizmin pompalanması ve empatisizlik-empati noksanlığı. Onun üzerinde Türkiye’nin 100 küsür yıllık devlet ağırlıklı politik şiddet kültürü var. Bir üstünde son 30 yılın iç savaş ortamında yaşanan şiddet ve faillerin cezasız kalması artı toplumsal çürüme. Onun üstünde AKP iktidarının eşitsizlikleri, ayrımcılıkları körükleyen söylemleri ve tutumu, hukuksuzluk artı cezasızlık ortamı, üstte de şiddet faillerinin bireysel öyküleri ve kişilik yapıları geliyor. Konumuza bakınca, azınlık ve farklılıklar benzer iki grup. Burada fiziksel şiddetten daha kötü olanı, % 50 olduğunu hergün vurgulamak, “Milli irade” gibi kavramlarla azınlıkları ötekileştirmek, manevi şiddet uygulamak. Kendinizi bir an bu şiddetin içine koyduğunuzda, empati kurabiliriz diye düşünüyorum. Halbuki artık 21. Yy da katılımcı demokrasi çağında, öncelik % 1’in hakkını korumaktır. Siyasetçiler, sorumlu makamdakiler, her gün kadını aşağılıyor. Sadece verilecek cezaları konuşuyorlar. İdam ipini sallandıranlar, kızıma yapılsaydı alırdım elime silahı cezasını verirdim diyen AB Bakanları, kolunu kopartırız diyen Başbakanlar vs… bir de kalkmış sorunun bir nevi kaynağından çözüm beklentisine giriyoruz. Halbuki muhafazakarlık, durumu muhafaza etmek anlamına gelmiyor mu? Halbuki bu zevat, muhafazakar, tutucu konumlarıyla davranmaları gereken tek şey olan çevre-ekoloji-şehri korumak anlamında ne kadar vahşi kapitalistler değil mi? Duyguları bastırılmış bir toplumuz, ne yasımızı doğru dürüst tutabiliyoruz, ne eğlenmeyi becerebiliyoruz? Sağlıklı bir ruhi boşaltımı sağlayamayınca da şiddete başvuruyoruz. Cinsel olarak da çok büyük baskılarla büyüyoruz. İlk gençlik de yaşanamıyor cinsellik. Bazı bölgelerde hala, hayvanlarla ilk cinsel deneyim yaşanabiliyor. Bunlar tabi, normal davranışları etkiliyor. Vak la Havel’in 1990’da; Çekoslavakya Devlet Başkanı-şair, Time Dergisine şöyle diyor: “Kim kendi geçmişiyle hesaplaşmaktan korkar, o asıl gelecek olandan korkmalıdır. Yalanlar bizi yalanlardan kurtaramaz” 25 yıl 2015’te bizimkiler ne diyor: “% 50yi zor evde tutuyorum” Erkek kültürünün, şiddet kültürüyle özdeşleşmesinde, hiç kuşkusuz içinde bulunduğumuz toplumsal-siyasal ortamın rolü büyük. Çözüme gelirsek, bu şiddet virüsüne iki yöntemle önlem alınabilir. Toplumsal muhafazakar güdüleri daha fazla gıdıklarsınız bu bir, iki ise ya da şiddetin başlıca panzehirinin özgürleşmek olduğunu anlayıp, kültürde sanatta toplumsal yaşamın her alanında özgürlüklerin-cinsiyet eşitliğinin önünü açarsınız. Bir iktidarı özgürlüğe göz önüne alırsai o ülke da az şiddetin gerçekleştiği bir ülke olur. Ama güvenliği öne alınca, daha güvenli bir ülke olmaz. Güvenliğin kalıcı yönü, toplumsal barıştan geçer. Kardeş değil, eşitiz dili kullanılmalı. Bu siyasetin insafına bırakılamaz. Hukuki yasal güvence alınmalı. Erkek bakış açısı, din üzerinden değil, hukuk ve evrensel eğitim üzerinden değerlendirilmelidir bu. Bu da AB normlarına inan ve o yolda yürüyen bir ülkede gerçekleşir. Devletin görevi vatandaşın kaç çocuk yapacağını söylemek değil, vatandaşın ve çocuğunun can-mal güvenliğini sağlamaktır. “En cesur erkek, erkek zihniyeti sorunuyla yüzleşebilen erkektir” Selahattin Demirtaş.
Şahin Tekgündüz: Ben şiddet-eğitim ilişkisine değineceğim. Eğitim ve kültür düzeyi düşük toplumlardaki şiddetin yoğunluğu ile bunların yüksel olduğu toplumlardaki şiddetin yoğunluğu çok çok farklıdır. Türkiye’nin bugün eğitim konusunda bulunduğu durumu istatistikler açıklasak ne kadar vahim olduğunu görebiliriz. Özellikle genç kesimin, dışardaki başarısızlıklarını ortaya koyan eğitim düzeyimiz, hep sonlardayız. 149 ülke arasında 137. ülkeyiz matematik konusunda. Diğer müspet ilimlerde de durum aynı. Bu şiddeti nasıl etkiliyor? Eğitimsiz kesimde şiddet eğilimi %43. İlkokul seviyesinde %42. Ortaokul seviyesinde %37, lise mezunlarında %27, üniversite mezunlarında %21. Bu çok önemli bir değerlendirmedir. Bir kere eğitimi gerektiği gibi evrenselleştirmez isek, onun yerini hızla inançlar alır ve biz şimdi Türkiye’de bunları yaşıyoruz. Bir de konjonktürel-güncel olarak bakalım. Konuşmacılar son derece değerli fikirler ortaya koydular ve şiddetin nedenlerini teorik olarak enine-boyuna belirttiler. Güncel olan ise, balık baştan kokar. Son 4-5 yılda bizi yönetenleri en tepedekilerin topluma enjekte etmeye çalıştıkları, bunu bilerek yaptıkları şiddet söylemine bir göz atalım. Bir cumhurbaşkanı bu ülkenin bir muhalefet partisi liderine eğer “sen gnl kurmay başkanının kestiği tırnağın paresi olamazsın” diyebiliyor ise, artık Türkiye’de şiddeti tartışmanın herhangi bir anlamı kalmıyor. Buna eklenecek o kadar örnek var ki, süremiz yetmez.
Vasfi Kösebey: Tam hatırlamıyorum, bir tekerleme vardı “İnat keçisi” diye. Hiç durum yokken, siyasi bir takım gönderme yapmak, “Şu kadına haddini bildirin” kulaklarımızda çınlıyor bizim. Ben din görevlisi hocayım, birçok yerde nikaha çağrılırım. Gittiğimiz yerde onlara evliliğin nasıl yapılacağını, nasıl devam ettirileceğini anlatırım. Burda bu kadar konuşmalara ragmen eğitim deniliyor. Eğitimden, kültürden ne anlıyoruz? Beyler, eğitim ve kültür tamamen dine dayanan birşeydir. Ahlak olmadan bir yerde birşey olması mümkün değildir. Hiç kimse ahlak konusuna değinmedi, nispeten değinildi. Belgeselleri izliyoruz, aslana diyebilir miyiz, sakın ha karacaları öldürme? Timsaha şunları yeme diyebilir miyiz? Doğada hakim olan güç, zayıfı götürür. Ama insanın doğasında ahlak vardır. Eğer siz ahlakı veremezseniz, bunun başkası mümkün değildir. Vaktiyle genelevlerin açılmasının bahanesi, tecavüzler önlenecektir olmuştur. Önleniyor mu, önlenmiyor. Yani insanlar birbirine tahammül etmek, sabretmek, sükunetle meseleleri halletmenin üzerinde durmalı. Balık baştan kokar diyoruz ama ailenin temelinden girdiğimiz yok. Yani ahlakın ve kültürün ne olduğunu anlamazsak, çözmemiz mümkün değil yani. Ben merak ediyorum, sormak istiyorum, dünyada bu şiddetin çözüldüğü ülke, şiddetin en az olduğu ülke neresidir? Hangi yöntemlerle çözmüştür bunu? Güçlü zayıfı ezer. Ondan sonra bunun bir vebali vardır, insan bunun şuuruna varıyorsa orda durur yani. Varmıyorsa astığım astık, kestiğim kestiktir, insan öyle gider… burdaki konuşmalar gölge kovalamak, insan gölgeyi yakalayabilir mi? Bir de tarihimizden gelen birşey var, asırların tecrübesi olan birşey: Atasözleri. Ortak aklın eseridir. Ne derler, köpeğe dolaşmaktansa ilkiyi dolaşmak iyidir. Sırtında değnek, karnında bebek eksik olmamalıdır. Nush ile uslanmayanı etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir. Bunlar tarihimizden gelen birşey, bu böyle devam edecek. Doğada bunu önlemek mümkün değil, ancak insanda ahlakla yapabilirsiniz.
Haydar Baki Doğan: Üniversite öğrencisi Özgecan’ın bir toplu taşıma aracında vahşice öldürülmesi, gazeteci Nuh Köklü’nün kar topu oynarken bir esnaf tarafından kalbinden bıçaklanması ve İç Güvenlik Paketi’nde Meclis’te yumruklaşmaya varana kadar yapılan görüşmelerden dolayı böyle bir gündem oluştu. Burda şiddet deyince bir saldırganlık halinden söz ediyoruz. Saldırganlık deyince bir anlaşmazlık var, yani karşılıklı oturup müzakere edilip, diyalog yollarının açılması yerine kaba kuvvetle bunun çözülmeye çalışıldığını görüyoruz. Bunlar tabi ki, sevgi-barış-kardeşlik yerine kin-nefret duygularıyla olaya bakmaktan geliyor. Ben ordaki balık baştan kokar görüşüne gerçekten katılıyorum. Her salı günü, grup toplantılarını izlemek için tvyi açtığımızda herhalde altına +18 ya da +7 yazmak gerekiyor. Kesinlikle küçük çocuklar için korku filmlerini aratmayacak şekilde, ötekileştirme- kin ve nefret tohumlarının tüm topluma aşılandığı bir zemini görüyoruz. Tabi en büyük olay burden başlıyor. Tabi bu şekilde küçük yaştan itibaren dayak yiyen erkek çocuğu büyüdüğü zaman da aynı şekilde dayak atan baba veya koca oluyor. Tabi ataerkil aile yapısının da bunda etkisi var. Bizim toplumumuzda kadın erkekten daha alt görüldüğü için, erkek fiziksel olarak kadından daha güçlü olduğuna inanıldığı için, toplumda erkeğin bunu kadına yapması da kabullenilmiş ve bu kabul artıyor. Bunu burda da görüyoruz, yani kadının ve erkeğin şiddet noktasında bir farkı yok, düşüncesi benim çok tuhafıma gitti, hiç duymamıştım. Atasözleriyle ilgili kadın-erkek ilişkilerine vurgu yapıldı. Veya dindar olduğunu söyleyen arkadaşın da kadınlar ve çocukların emanet olduğunu söylemesi de benim için ilginçti. Tabi şiddet deyince kadın erkek arasındaki şiddeti düşünüyoruz. Burda bir gündem de azınlıklar ve farklılıklara da bir şiddet başlığı. Geçenlerde askerde, siz Ramazan’da içersiniz, sizin mezhebiniz kaldırır, türünden bir söz vardı ve bu da tacizdi-şiddetti. Burda askeri yargı, hakaret içermediğinden dolayı soruşturmaya gerek duymadı. Geçmişte yaşanan binlerce olayda ve burda da gördüğümüz gibi, şiddetin faillerinin koruma ve eylemlerini hoş görme eğiliminden dolayı şiddet daha da artıyor. Ceza görmekten daha çok, korunarak beslenerek daha da arttırılıyor. ”Benim esnafım… “ sözlerin de gördüğünüz gibi, burda hep bir desteklenme var ve bunu yapan insanlar cezadan daha çok ödüllendirilme noktasında daha farklı konumlara getirilebiliyor. Bu konuda neler yapılabilir, Aile ve Sosyal Bakanlığı neler yapabilir, her konuda fikri olan Diyanet İşleri Bakanlığı bu konuda sessiz kalması düşündürücü? Eğitim ve şiddet ile ilgili de okuduklarımdan yola çıkarak Güney Yarımkürede şiddetin Kuzey Yarımküre’ye gore şiddetin daha da fazla olduğu.
Gülnur Aksop: Temsil olarak gelmiyorum. Özgecan’ın kaybedilmesinde toplumun her kesiminin destekte bulunmasının nedeni Özgecan’ın makbul bir kurban olması. Bunu özellikle vurgulamak istedim. Çünkü Özgecan mini etekli değildi, Özgecan sadece minibüse binmişti. Özgecan direnmişti, o kadar çok direnmişti ki, katil kendi dnasını gizlemek için, ellerini kesme ihtiyacını duymuştu. İşte bu yüzden Özgecan çok makbuldü, maalesef bu şekilde toplumun her kesiminden destek buldu. Ancak bunu bir fırsat olarak değerlendirmek tabi ki yararlı birşey. Bazı vurgular yapmak istiyorum. Şimdi savaş meslesini Şanar Bey söyledi, Konstantin Simonov, ondan bir alıntı yapmak istiyorum . K. Simonov Rusya’da yazarken Alman ordusu Rusya’ya girdiğinde gazetede şunu yazıyor. “Kızıl ordu askerleri Alman ordusuyla iyi savaşın, Rus kadınların namusunu koruyun” Sonra Ruslar Almanya’ya gidiyor, aynı Konstantin Simonov şunları söylüyor. “Alman kadınların gururunu yok edin” Savaş meselesi, erkeklik meselesi, aynı adamın bu iki farklı tutumundan açık bir şekilde görülebilir. Şiddeti ne arttırır, ne azaltır, bunlar üzerine konuşuldu, ben yine bir vurgu yapmak istiyorum. Kadın erkek eşitsizliği, dünyanın en eski, en kadim eşitsizliğidir. Ne kapitalizmle ne de AKP iktidarıyla başladı. Ama bugünü değerlendirirsek, tabiki kapitalizm bu şiddeti katmerleştiren bir unsurdur ve maalesef özellikle son 5-6 yılda AKP iktidarının daburdaki katkısını göz ardı edemeyiz. Şimdi “kadın-erkek eşittir, bu bir ayrımcılıktır” demekle kimse eşit olmuyor. Eşit olmanın koşullarının yaratılması gerekli. Bugün dünyada özel mülkiyetin, sadece %1’i kadınlarda. Bu nasıl eşitlik? Dünyanın %99’u erkeklerin %1’i kadınların, kadın-erkek eşitliği demek ayrımcılık oluyor. Kadın-erkek eşittir, demek aslında bu eşitsizliği gizlemekten öte birşey değildir. Ve bütün egemenlik biçimleri böyledir. Bütün egemenlik biçimleri baskı üretir. Bir de bilgi üretir, bilgiyle o egemenlik-şiddet teorize edilir- şu anda söylenen “kadın-erkek eşittir” gibi söylemlerle- Bir de haz üretilir. Ki, çünki hiçbir egemenlik yalnızca baskıyla sonsuza kadar sürmez. Bu 3 unsurun bir arada olması gerekir. Biz kadınlar kadın-erkek eşit değiliz, diyoruz. Biz öyle diyorsak öyledir. Bunun bir sürü verisi-istatistiği var. Biz kadınlar, hayatın her alanında toplumsal cinsiyet eşitliği istiyoruz. Dünya bir pastaysa, demin verdiğim örnekten pastanın %99’u erkeklerin 1 dilimi bizim gözüküyor. Biz bu pastanın yarısını istiyoruz ama biz bu pastayı da istemiyoruz. Bu pasta artık bayat bir pasta, kötü bir pasta. Yeni bir pastanın yarısını istiyoruz.
Nil Mutluer: Ben Gülnur’un başladığı yerden başlayacağım. Türkiye’nin bu Türk olmak, milli olmak vs. dendiğinde Sabiha Gökçen ile Atatürk’ün anılarına baktığımızda Atatürk’ün Dersim bombalamasına bir tek koşulla gitmesine tek koşulla onay verdiğini biliyoruz. Ancak namusunu koruma ihtimali olursa, en büyük milli sembol haline gelen Sabiha Gökçen’in, bedeninin tecavüze uğraması. Sabiha Gökçen, ben gerekirse kendimi-karşımdakini öldürürüm ile yani cinsellik ve milliyetçilik üzerinden giden şey aslında beden ile başlıyor vatan sınırı olarak devam ediyor. On yıllar sonra, hatırlarsanız PKK, askerleri rehin almıştı, “rehin alınacaklarına ölselerdi” şeklinde Cemil Çiçek’in bir açıklaması vardı. Yani vatanın sınırının delinmesi yine o cinsellik. Liselere gidelim, cinselliği nasıl öğreniyoruz? Milli olmak diye bir terim vardır, bilirsiniz. Bakın gülersiniz, niye çünkü erkek arkadaşlarımız cinselliği milli olurlar, tam da geneleve giderek, devletin kadınların bedenleri üzerinden vergi aldığı yere giderek, cinselliklerinin pratiklerini yaparlar. Kadınlar her zaman bundan yasaklanır ve ötekileştirilir. Milliyetçilik dene şey tam o Türklüğü inşa etmiş, Türklüğü inşa ederken, kadının bedenini hiç bunun dışında tutmuyor. Tam bu noktada, emanet kelimesine gelmek istiyorum. Evet, farklı noktalarda farklı anlam dünyalarımız olabilir. Ortak dili bulmayı önemsiyorum fakat, emanet dediğimizde de yine o mülkiyet ilişkisini tekrar etmiş olmuyor muyuz? Bunu karşı karşıya gelelim diye değil ama bana onu çağrıştırıyor. Ben sevdiklerime, sevdiklerimin de bana emanet olmasını istiyorum kadın-erkek fark etmez. Bir insana da emanet olabilme güvenini istiyorum. Gülnur’un da bahsettiği yeni pastadan kastettiği buydu belki? Ona o güveni sağlamak. Emanetlik bence öyle birşey, yani yolda yürürken düştümde de geçerli bu. Ve tahrik olma meselesi: kapıyı kırdığında tahrik olmak, başka toplantılarda da konuşulmuştu – ateistler de öyle demesin, hristiyanlar da müslüman mahallesinde salyangoz satmasın! – peki burda bütün bu insanlar kendilerini gerçekleştirirken, mesajlarını veriyorlar. Karşıdaki tahrik olurken, niye tahrik olduğunu niye sormuyor? –Ben niye tahrik oluyorum, tahrik olmayım?- Birinin ermeniliğinden, ateistliğinden, müslümanlığından, o anda şiddet üretmesinden… o an tahrik olmayım! O zaman benim bu sorunda kendime bakmam lazım. Kadın da yere birşey atıyor, o da hakkediyor, demek bunu değiştirmiyor. Biz niye tahrik oluyoruz, ona bakmamız gerek. Şiddetle mücadelenin iyi örnekleri var, biri sormuştu. İsveç iyi örneklerden birisi. Çok kültürlülükten tutun, kadına karşı birçok politikalar, bir kere kanunlarla sabitlenmiş ve uygulanmış. Kreşlerden tutun, sosyal güvenliğe kadar… kadına şiddet, çok kültürlülük, nefret suçlarına karşı mücadele, bunlar hala devam ediyor aynı zamanda. Sistem kurulmuş durumda. Ki, orda da ataerkillik var, arkadaşlarımızla konuştuğumuz evet orası da bir cennet değil, oranın sıkıntısı kapitalizmin yaygınlaşmasıyla gelen bu alanları kapama tehditi. Tek sivil olmayan 1 Mayıs tatili, onu bile engelleyeceklerdi diye bir laf söylüyordu arkadaşlarımız. O zaman genel zihniyete bakmamız lazım. Bu zihniyeti sınırötesinden de değiştirmek gerekli gibi geliyo. Bu şiddetin siyasilerden başladığı dendi, bu konuda aklıma şu geliyor. Siyasilerin bir kadının mini eteği ya da dekoltesi, sürekli o vurgu yapıldğı zaman, birinin zaten-yine tahrike geliyorum- hani öldürmesiyle ilgili meşru zemin sürekli yineleniyor.
Şenel Karataş: Ben once, atasözleri güzel ama tarihten gelen herşey mutlak doğrudur diye birşey yok. Çünkü tarihte kölelik de vardı ve şuan nasıl onları sahiplenmiyorsak, bu sözleri de sahiplenmek durumunda değiliz. Özgecan ile ilgili, birçok değerli yorum yapıldı, çoğuna katılıyorum ama Özgecan’ı biraz Gezi olaylarına benzetiyorum. Gezi olaylarının büyümesinin ve herkesin sahiplenmesinin altında yatan ana neden, bence herkes yarasını ve sıkıntısını alarak gitmişti. Orda aslında, ne kadar insan varsa, o kadar farklı sıkıntı ve değişik kaygı vardı. Özgecan’da ise, biz hepimiz sahiplendik ve hakikaten toplumun her kesiminden insan, masumiyet vurgusu üzerinden dendi ama aynı zamanda hepimiz Özgecan’da biraz kendimizi gördük. Hepimizde biraz taciz korkusu var, hepimizin tacize uğrama olasılığı, bu risk altında yaşama durumu vardı. Aklıma şu geldi, İngiltere’de bir kız taciz edilecek ve edilecekken adam yakalnıyor. Hakim 7 yıl 7 gün hapis veriyor. Savcı diyor ki, haksızlık yapmadınız mı, adam tacize yeltendi sadece. 7 yıl çok ağır değil mi? diyor. Hakim ise, ben o taciz olayına 7 gün verdim, 7 yılı ise kızın gece gezme özgürlüğünü sabote ettiği için verdim. Bizde hala böyle bir bilinç oluşmadı. Kadını yerleştirdiğimiz yer değişmedi. Biz, bizden farklı olana, egemen güçler tarafından yerletirilen algıdan farklı bakmayı öğrenemedik. Bir de bana haksız gelen, erkeğe gore dizayn edilmiş bir dünyada niye yaşamak zorunda olalım? Yani erkek tahrik olacak diye, mini etek giyilmeyecek, kırmızı ruj sürülmeyecek. Yani bir üretim varsa, bu üretim iki taraflı zaten. Tek başına erkek de birşey ifade etmiyor, kadın da. İkimiz bir arada değerliyiz ve anlamlıyız. Niye onlara gore bir dünya düzenleniyor ve erkeklere gore düzenlenmiş dünyada kadın üzerine düşeni oynamak zorunda kalıyor, sadece bir figüran oluyor? Bana gore en çok sorgulanması gereken nokta ve değişmesi gereken kafa da bu.
Hüsnü Adalı: İsviçre’den örnek verdiğiniz için Nasreddin Hoca’nın fıkrası geldi aklıma. Nasreddin Hoca bir yemeğe gidiyor. Adamın biri tam uzatıyo pilava-tavuğa kaşığı, alıyo “Allah öldüm öldüm”, Nasreddin Hoca bakıyo ki aç kalacak “Yav biraz da bir ölelim” diyor. Amerika’da 1960larda zenci otobüse biniyor, beyazla kavgaya tutuşacak, beyaz buna “sen geç oraya, oturur oturamazsın” derken şöfor olaya karşıyor. “Susun, hepiniz eşitsiniz, hepiniz yeşilsiniz, şimdi açık yeşiller öne, koyu yeşiller arkaya otursun da yolumuza devam edelim” Bir Eric Fromm’un “Olmak ve sahip olmak” tan bir alıntıyla sözlerimi bitireceğim. “insanların doğru ve şüphe edilmez olarak gördükleri şeylerden çoğu, içinde yaşadıkları toplumun ve sosyal çevrenin onlar üzerindeki etki ve baskısından oluşan hayaller, yanılgılardır. Bilmek, işte bu hayallerin kırılması ile, yani bir hayalkırıklığı yaşamakla başlar. Bilmek, yüzeyden köklere inmek, nedenleri araştırmak ve gerçeği tüm açıklığı ile görmek demektir. Ayrıca bilmek, gerçeği eline geçirip ona sahip olmak değil, sürekli eleştirip araştırarak gerçeğe hep biraz daha yaklaşma çabasıdır.”
Tennur Koyuncuoğlu: Genel olarak ahlak nedir? Senin ahlakın benim ahlakım var. Din adamlarına o kadar çok ihtiyacımız var ki, emirle kuşatılmış bir ahlaksa o ahlak değildir. Her ergin belli bir noktaya ulaştıktan sonra, kendi ahlakını bulmaktır. Bir başka bakımdan: Kadın, erkeğe emanet? Nasıl emanet olabilir? Aynı söylem içinde bir kafa karışıklığı var sanıyorum. Çünkü birey önemli dediler ve çok önemli bir çizginin altını çizdiler. Birey önemli ise, birbirlerine niye emanet olsunlar. Yardımlaşma açısından tamam. Yine belli bir noktadan sonar gelişmiş bir seviye sahip olmalıdır. Hiç kimseye emanet değildir, kadın kendine emanettir. Mademki şiddet üzerine toplandık, şiddeti çözmek üzerine bazı meselelerde anlaşabilir miyiz? Din olsun, hukuk olsun tek bir sözcükten bahseder: Öldürmeyeceksin. Savaş ne yapıyor? Öldürüyor. Öyleyse, bu grup olarak bazı ortak çözümlerin altını çizebilir miyiz? Savaşa hayır, diyebilir miyiz? Madem ki toplandık, birşeyler yapalım. Onun dışında vicdani ret diye isyan edenler var. Eğer askerlik onun ahlakına uygun değilse, vicdani retti Kabul etmeyen tek ülke Türkiye’dir. Niçin vicdani reddi kabul etmiyoruz, niçin askere gitme zorunluluğunu daha başka şiddetle empoze ediyoruz. Onun yerine sosyal yetiştirici uzman gibi düşünemez miyiz? Bu konuda ortak bir çözüm getirebilir miyiz? Hapishanelerde kıyamet kopuyor, orası ölüm yeri. Diyebilir miyiz, ahlak-din-hukuk ile birleşerek devlet hapishanesinde hasta tutuklu barındırılamaz. İyileşmesi için, hastaneler açabilir miyiz? Açamıyorsak, ailelerine bırakabilir miyiz? Zorunlu din dersi? Ateistsen şuysan buysan, niçin din dersi zorunlu olsun? Alevi kendini farklı hissediyorsa, niçin hissetmesin? Zorunlu din dersine hayır, diyebilir miyiz? Güvenlik paketi konuşuluyor, şurada yine biz uzlaşıyoruz. Büyük meclis birbirine giriyor, kadına şiddet uygulanıyor. Hiç olmazsa diyebilir miyiz, Güvenlik Paketine hayır?
Necmettin Keleş: Biz kadın-erkek olsun şiddete meyilli ve şiddet kültürüyle büyüyoruz. Fakat arada bir fark var, erkek güçlü olduğu için, hep erkek galip geliyor. “Oğlum bak git” olayını biliyoruz. Çocuk saldırıyor, görevli git diyor… şimdi o çocuk güçlü olsa, o çöpçüyü öldürecek orda. Ama zayıf olduğu için, dayağı kendisi yiyor. Burda suçlu kim, şiddeti esas uygulayan çocuk. Biz o mantığa bakmıyoruz. Biz arkasına gücü alıp, emniyet müdürüne tokat atan kadınları da biliyoruz. Şiddete meyilli ama zayıf olduğu için uygulayamıyor. Ne zaman arkasına gücü, medyayı alıyor, şiddet uygulayabiliyor. Yani kadın da kendini güçlü hissettiği an, şiddet uygulamaktan geri kalmıyor. Dolayısıyla bizim temelden, aileden, eğitimden şiddete yönlendiren nedenleri tespit edip, bu nedenleri sivil toplum kuruluşları olarak ve biz kendimiz birey olarak, herkes kendini bir kontrol ederse bireysel, ailesel, çevresel olarak, muhasebe içersine koyarsa, kadın da erkek de dahil olarak, şiddete neden olan noktalar üzerinde çalışma yapmak lazım. Sivil toplum örgütlerinin bu şekilde bir çalışmaları yok. Burda rehabilitasyon merkezlerinde bu iş parayla yapılıyor. Bizim erkeği ötekileştiren, erkeği aşağılayan söylemlerden de kaçınmamız gerektiği kanaatindeyim. Bazı erkekler burda centilmenlik olsun diye bayanlara karşı bir yaklaşım gösterdiler ama burda kadın-erkek şiddete meyilliyiz, herkesin kendini kontrol etmesi lazım.
Vasfi Kösebey: Hanımefendi, çözüm üretmeliyiz diyerek çok güzel bir noktaya değindi. Eğer şiddet olarak düşünürsek Türkiye’de 90 senede karikatürle, filmiyle, tiyatrosuyla… Türkiye’de en çok İslami camia şiddet görmüştür. Şimdi ben birşey soracağım. Kadın moda evlerinde kadınlar en çok neyi konuşur? Benim gördüğüm kadarıyla, bir kadın giydirilirken, erkeğin ona nasıl bakacağına gore yapar. Erkeklere beğendirmek için yani. Fri frik(?) diye bir kelime var, ne demek bu bilmiyorum. Kadının erkeğe cazip gelmek için yaptığı hareketler, doğru mu? Bu bir doğadır. Hanımefendi ahlak diyor, yav ahlak bir tanedir. Ben bu işi bilirim yani. Türkiye’de tribünde kalmayın, sahaya inin denmesi, 12 Eylül’ü getirmiştir. Ben sosyologum aynı zamanda. Biz ortak çözüm üretmek için toplandık. Ben ahlak öne alınmalıdır diyorum, birçokları hukuk öne alınmalıdır diyor… mecliste niye bunlar böyle oluyor? Bizim tarihimizden gelen şiddet olayları var. Gelelim azınlıklara. Beyoğlu’nda bir kafe var. Sahibi Ermeni’dir. Burda çok iyidir, Amerika’ya gittiği zaman Türklerin yüzüne bakmıyor. Bu tarihten geliyor ve zamanla çözülebilir umarım. Din kültürü zorunlu değildir. Ben budayı okudum, imtihan oldum, museviliği okudum imtihan oldum… ne buda oldum, ne yahudi? Ama kültürüm var. Siz düşünebiliyor musunuz, yezidi denen şey İslam coğrafyası’nın ortasında yaşıyor. Nasıl yaşar ya? Avrupa’da böyle mi?
Gürcan Onat: Sanırım eğitimimiz farklı olduğu için, kavramlara yüklediğimiz anlamlar da farklı. Benim söylediğimi Nil Hanım doğru anlamış. Ben emaneti, mülkiyetin zittı anlamında kullandım. Yani karanın karşısındaki beyazdır. Bir kadın bir erkeğe malik değildir. Ona hükmedemez. Karı-koca ilişkileri bu şekildedir. Elbetteki herkes birbirine emanettir ama birbirlerine de emanettir. Birbirlerinin mülkü değillerdir. Ve her birisinin birey olduğunun altını çizmiştim ve sorunlar şurdan çıkıyor diyordum: Biz birbirimizi olduğumuz gibi kabul edemiyoruz. Olduğumuz gibi, ne isek, her fikri, her inancı…benim dışımdaki insanı o şekilde kabul etme mecburiyetindeyim. Başka birşeye hakkim yok. Çünkü ben dindarım, özeleştiri yaparak bakmaya çalışıyorum. Allah-u Teala, bizleri yaratmış, müdahele etmemiş. Hangimize şiddet uyguladı Allah-u Teala? Biz ne oluyoruz da, kul olarak birbirimize müdahele ediyoruz? Böyle bir hakkımız yok. Toplum gökkuşağı gibidir, bu şekilde birbirimizi kabul edelim. Ben her zaman söylerim, bir apartmanda bir aleviyle, sağcısıyla, solcusuyla, kürdüyle hep birlikte yaşamak isterim. Hatta devlet adamları, yanına bir sosyalisti, liberali… almalı onların bakış açısıyla da düşünmeli. Ancak bu şekilde huzuru bulabiliriz diye düşünüyorum.
Şahin Tekgündüz: Ben soru soracağım once: Niçin tarihte bir kadın peygamber yoktur? Bunu iyi düşünmeliyiz. Ahlak konusunda, bundan 2 yıl once, muhafazakar, felsefeci bir dostum-şairle uzun bir tartışmaya girdik. Onun ortaya attığı görüş: Ahlakın müeyyidesi olmazsa, ahlak olmaz. Dolayısıyla İslami ahlak vardır, başka ahlak yoktur. Ben şöyle savunuyordum hür görüşü: Allah korkusu, cehennem korkusu ve cennet rüşveti ile eğer ahlak varsa, o ahlaksızlıktır bence. Yani insanın özünde olmalı, insan varlığında olmalı ahlak. Zaten ahlak, insan olmanın özüdür. Aynı zamanda dinler, sadece İslam değil, ihtiyaç duyduklarında şiddet kullanırlar. Cehennem, bu şiddetin başında gelir. Allah’a inancın ötesinde Allah korkusu, bir şiddet ifade eder.
Şanar Yurdatapan: İnsanlığın başında bu zamana geçen zamanı bir sene gibi algılarsak, tarih dediğimiz şey yazıyla başladı dediğimiz şey 27 Aralık’tan filan başlıyor. Bizim bildiğimiz, babamızdan dedemizden gördüğümüz şey, son 2,5-3 gün. Gerisi ana erkil. Herhalde yine de erkeklerin fizik kuvveti daha üstündü ama sosyal üstünlük kadındaydı. Soy ona gore çekiyordu ve kuralları da onlar koyuyorlardı. Bunu inanmıyorsanız inceleyin. İşte o vakit, ahlak zaten vardı, insanın yaratılışında vardı, eee o vakit hepsi ahlaksız mıydı ki 27 Aralık’a kadar ki süreç? Dönelim günümüze, Afrika’da bir sürü kabile var. Bazı kabileler de kadınlar hala göğsü çıplak dolaşıyor. Hiç kimse onlara fahişe gözüyle bakmıyor. Ordaki ahlak anlayışı da bu. Daha yakıına gelelim. Benim babam generaldi, İskenderun’da Tuğgeneraldi 50li yıllarda. Denize giriyoruz, mayo giymişiz. Annem ben, hepimiz. Babam dedi ki, “Bak oğlum, deden şimdi mezardan çıksa ve gelininin bu şekilde denize girdiğini gorse, ya onu ya beni vurur ya da intihar ederdi” Aynı toplumda dede ile torun arasında ahlak anlayışının farkı. Ahlak izafi birşey, öyle kutsal birşey değil, insanın içinde de bulunduğu yok. Sosyal birşey, bulunduğu topluma gore değişiyor. Bulunduğu yere farklı ahlak anlayışların oluoyr, iyidir kötüdür hepsi tartışılır. Kutsal nihai, sonsuz falan birşey değil. Aksi takdirde ikisinden birini kabul edin, ya benim dedem manyaktır ya da annem fahişedir.
Ali Faik Aydın: Ben avukat olduğum için Baro’da şiddete uğrayan kadınların da avukatlığını da yapıyorum. Burdaki gözlemlerin, bir kere yasanın adı değişti. “Kadına karşı şiddet ve tecavüzün önlenmesi” nden çıkarılıp, “Ailenin korunması” yasası haline getirildi. Bu politik iktidarın inançsızlığıdır, şiddetin önlenmesine inanmamasıdır. Ve gizliden gizliye şiddetin devamının özendirilmesidir. Ayrı bütçe yetersiz, kadının korunması için bütçe gerekir. Örgüt gerekir. Zabıta ve sığınma evleri gerekir. Ve sürekli buralarda izlenmesi gerekir. Hatta ikinci şiddette de polis şöyle diyor genelde: ”Olur aile içinde böyle şeyler, iki tokadın lafı mı olur?” Ben kendim tanık olduğum gibi basından da izliyorum. Bu iktidar aile içi şiddeti önlemekte yetersiz, bütçe yetersiz. Ayrıca artan şekilde, komşularından akrabalarından tecavüze uğrayan kadınların infazı var. Onun ortadan kaldırılması olayı var, bu artarak yaşanmakta. Bir de dünya insanlık tarihinin 6/7’si ana erkildir. Bir kısım anaerkil toplumların arkeolojik incelemelerinde, toplu mezarlar var. Aile içinde herkes üst üste gömülüyor. Bu mezarlar incelendiğinde, yaşlı erkek iskeletine pek rastlanmıyor. Bunun nedeni de, şöyle tahmin ediliyor: Demek ki erkek toplayıp, üretip ya da cinsel olarka yetersiz hale geldiğinde çocukların anası, erkeği dışarda bırakıyor, mağara ya da kulübenin. O nedenle çıkmıyor yaşlı erkek iskeleti. Acaba diyorum, günümüzde dine bürünmüş erkek şiddeti bilinçaltında öç almamı? Öç almamı dediğim, kin ve intikam söylemleri, politik olarak egemen durumda.
Gülnur Aksop: Kadın sığınma evleri gizlidir, asla bilinmemesi gerekir. Ama bizde kamu yöneticileri törenle sığınma evi açar. Bunun için basını davet ederler. Mış gibi yapmak böyle birşey. Bu arada size yanlış anlamadık, tam tersine biraz once pasta derken, herkesin kendi olduğu, kendi kimliğiyle özgürce yaşadığı, birbirine bulaşmadığı (kötü anlamda), eşitlikçi, özgürlükçü, ekolojik bir dünya-yeni bir pasta- istiyoruz. Böyle bir dünya için de biz kadınlar olarak, haklarımızı sonuna kadar korumak-kollamak istiyoruz. Erkeklerin de bu haklarımızı öğrenmelerini-bilmelerini istiyoruz. Ben aynı zamanda Barış için Kadın Girişimi’nde çalışıyorum. Orda bir hakikatler komisyonumuz var. Savaş hakikatleri üzerine çalışıyoruz. Orda devletin hakikati var, askerin hakikati var, mağdurların hakikati var, kadınların ayrıca hakikati var, bunları ayrı ayrı inceliyoruz, bir de faillerin hakikati var. Asıl mesele bu galiba, faillerin hakikati. Yani hepimiz, herhangi bir konuda, birşeye karşı çıkabiliyoruz. Başka bir noktada biz de fail olabiliyoruz. Bu çok önemli birşey. Bunu sorgulamak çok önemli. Az once Nil de bahsetti. Hepimiz zaman zaman fail olabiliyoruz, Nil baştan şey demişti, “kas gibi düşünüp bunu geliştirmeliyiz.” Bunu aynen yeniden vurgulamak istiyorum. Fail olmamak için, ne yapmamız gerektiğini bilmemiz lazım. Kadına yönelik şiddet ile ilgili, İstanbul Sözleşmesi’ni ilk imzalayan ülke olmakla övünen bir ülkede yaşıyoruz ama İstanbul Sözleşmesi’nin hiçbir gereği yerine getirilmediği gibi, az once örneklendirilen sığınma evlerinde olduğu gibi- mış gibi yapılıyor. Nüfusu 100bine çıkardılar, 50bindi. 100 bin kişide en az bir tane sığınma evi olması gerekir. Ki bu, çok az bir rakam. Ama yok. Toplasanız, Türkiye’de yüzü bulmuyor. Nüfusa bakın ve kıyaslayın. Toplumsal cinsiyet eşitliği konusu, eğitim seviyesi önemli-eğitimin her tarafında anaokulundan başlayarak önemli- ama aynı zamanda tüm kamusal alanda çalışan tüm kamu görevlileri; öğretmenler-polisler-savcılar-imamlar, herkesin toplumsal cinsiyet eğitiminde geçmesi lazım. 6284 sayılı yasamız var, bu yasa uygulansa bile şiddet azalır. Ama mış gibi yapmaktan, yasa erkeklerin lehine kullanılarak uygulanıyor, doğru kullanılmıyor. Burda suçlu kim o zaman?
Nil Mutluer: Şanar Yurdatapan’ın sorusu vardı ordan başlayım. Aslında yerleşik topluma geçtikten sonra bu cinsiyet meselesi daha belirginleşiyor. Bu ataerkillik meselesi neden, çünkü namus diye bir kavram çıkıyor. Namus, Namos yani kanun demek köken olarak. O kanunun konulması, sınırların belirlenmesi, sınırlar niye önemli-mülkiyetin belirlenmesi, mülkiyet dediğin miras hukuku, yani kadının kimden döllendiğinin denetlenmesi gerekiyor. Biraz meselemiz bu aslında. O yüzden bunu hatırlamak da gerekli. Nerden çıktı, atasözlerimiz dendi, ata dediğimiz mülkiyete dönüyoruz. Ahlak da çok felsefi aslında, bu anlamda önemli- namustan bahsettiğim ahlak, birbirimize karşı kurduğumuz ahlak. Orda da herhalde, çok dinden anlayan biri değilim, fakat, Alevilerle bir araştırma için gezdiğimde Anadolu’yu, şunu hissettim. Benim ailem Alevi değil fakat kendi içinde büyüdüğüm dini referanslarla, ruhani şekillenmede kullandığım dili Alevilerde gördüm. Bunu bir inanca yönelmek için değil, felsefik anlamda söylüyorum. Çünkü inancı korkudan değil, sevgiden kuruyorlar. Bunu bu cografyada sevgiden kuruyorlar ama ben biliyorum bunu kuran sünniler de var, hristiyanlar da var… korku yerine sevgi dili. Ama şu anda siyasi olarak baktığımızda, sözü sevgiden kuranı ideolojik olarak yok etmeye çalışan bir iktidarı görüyoruz. Referansı korkuyla alıp, Alevileri örnek vermemin sebebi bu, bütün hakkını yok ederek tek merkeze çekerek. Ve son bir, öğrencimle geçen anekdotumu anlatmak istiyorum. Öğrencilerim nedense beni ateist beller ama inanç mahrem olduğu için inancımı açıklamam. Ateizm nedir diye sorarlar, bildiğimi söylerim ya da kitap öneririm… ogle bir öğrencim geldiğinde, çok mütedeyyin bir öğrenci, “hocam ben ateistlerle konuştukça, bu çok mantıklı gelmeye başladı” ve “Cennet ve cehennem meselesi var” dedi. Ben de ona “Neye devam edeceksen korkuyla değil sevgiyle devam et” dedim. Aslında tam bu noktada, meseleyi çözecek budur. Ben müslüman-dindar arkadaşlarımla beraber olduğumda, orda da sevgiden beslenen bir damarın olduğunu biliyorum. Ama o güvenlik toplumu, ideolojik olarak korku üzerine odaklamaya çalışıyor. Yani, neyin inançla ilgili olduğu, neyin siyaset ile ilgili olduğu, belki onlar arada karışıyor, akıl birliğine ihtiyacımız var. Bir diğer noktada, başörtülü kadınlarla ilgili. Ben yıllarca başörtülü kadınların hakkını savunup, kendi çevremde dayak yemiş biriyim. O yüzden de şunu söylemek lazım, ilk eylemi erkek egemen bir şiddet eylemini kadının mı erkeğin mi yaptığı daha ahlaksız konuşayım, vajina veya penis değil mesele. Sizin o dili nasıl ürettiğinizle ilgili. Kimin yaptığı derken kadın ve erkekler karşılıklı, kadınlar daha iyi erkekler daha kötüden bakarsak bir yere çıkamayız. Hangi dili nerden üretiyoruz, o alternatif dili üretmemiz lazım.
DEĞERLENDİRME
Genel Gündem konusu “Toplumda Şiddet Kültürü: Kadına, Azınlıklara ve Farklılıklara Şiddet Hangi Zeminde Yükseliyor?” olarak belirlenen toplantı, mutfak tarafından hazırlanan video sunumu ile başladı. Genel Gündem ile 2 tur şeklinde yapılan toplantıda katılımcılar toplantıdan memnun bir şekilde ayrıldı.
SİVİL TOPLUM İLE İLETİŞİM
300’e yakın sivil toplum kuruluşuna e-mail ve 40’a yakın sivil toplum kuruluşuna mail ve telefon yoluyla duyuru yapıldı.
DEĞERLENDİREN KİŞİ
İstanbul kMM Hamalı Cemil Altay