YER: Siyav Otel, Konur Sokak No: 56 Bakanlıklar Kızılay / Çankaya
TARİH: 7 Şubat Cumartesi
KATILIMCILAR
DERNEK, VAKIF VE GİRİŞİMLER
1 / Doğal Yaşam Derneği (Barış Buzluk – Üye)
2 / Em-pati Hayvan Topluluğu (Semih Dikkatli – Üye)
3 / Çocuk İstismarı ve İhmalini Önleme Derneği (Türkay Asma – Başkan)
4 / Sosyal Demokrat Avukatlar Derneği (Onur Tatar – Başkan Yrd.)
5 / Kırmızı Şemsiye Cinsel Sağlık ve İnsan Hakları Derneği (Belgin Çelik – Üye)
6 / Türk Üniversiteli Kadınlar Derneği (Meral Güler – Şube Bşk)
7 / 78’liler Girişimi (Mahmut Emin Avcı – Başkan)
8 / İHD (Hüseyin Küçükbalaban – MYK Üyesi)
9 / Öğrenci Velileri Derneği – ÖVDER (Enver Önder – Gen. Bşk.)
10 / Kapitalizmle Mücadele Derneği (Bülent Durukan – Ankara Temsilcisi)
11 / İlke İlim Kültür Dayanışma Derneği (Nazik Erdal Akyüz – Üye)
12 / Erdinç Şahin (Ankara Eğitim ve Kültür Derneği – Üye)
13 / Nilgün Nazilli (Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu – Üye)
14 / Göksu Günay (Cinsiyet Eşitliği İzleme Derneği – YK Üyesi)
15 / Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi (Mahmut Konuk – Sözcü)
16 / Çepeçevre Türkiye’nin İlk Çevre Gazetesi / Uluslararası Çevre Gazetecileri Derneği (Osman Akkuş – Gen. Yay. Yönetmeni)
17 / AUD / Ankara Ulaşım Dayanışması (Emre Çetiner)
18 / Berrin Sönmez (Başkent Kadın Platformu – Üye)
19 / 100. Yıl Dayanışması (AUD) (Fulya İnci)
20 / İç Anadolu Belediyeler Birliği (Salim Coruk – Müdür)
MESLEK ODALARI
1 / TMMOB Şehir Plancıları Odası Ankara Şubesi (Emre Sevim – Başkan)
SENDİKALAR
1 / Hak-İş (Yakup Göker – Şube Yöneticisi)
GOZLEMCİLER
1 / Behçet Sercan Karagöz (HDP Ankara İl Başkanlığı – Üye)
2/ Melek N. Ayhan (HDP Ankara İl Başkanlığı – Üye)
3 / Tuğçe Toktay (Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi – Delege)
SİYASİ PARTİ TEMSİLCİLERİ
1 / Ayhan Bilgen (HDP Eş Genel Başkan Yardımcısı)
2 / Aydın Şimşek (Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi Kurucu Üyesi)
BASIN
1 / Mehmet Türe (IMC TV)
DİĞER KATILIMCILAR
Çeşitli sivil kuruluşlardan ve halktan toplam 9 izleyici katıldı.
MODERATÖR
Oya Özden
KONULAR
GENEL KONU: İslam ve Terör, Avrupa’da Yükselen İslamofobi
YEREL KONU: Ankara’da Ulaşım Sorunu
KONUŞULANLAR
Oya Özden: Moderasyonu ben yapacağım ama meclis koordinatörü kimliğimle değil, Denge Denetleme Ağı’nın sözcüsü kimliğimle. Geleneğimiz olduğu üzere ilk önce konuyla ilgili video sunumumuz var. Bu ayki konumuz İslam ve Terör, Avrupa’da Yükselen İslamofobi. Yerel konumuz ise Ankara’da Ulaşım Sorunu.
1 / Enver Önder: Bugünkü yönetim anlayışının her türlü değer duygusuna yabancılaşması ve kendi varlık nedenini bile yadsıması en önemli etkenlerdendir. Öncelikle Cumhuriyet’in sağladığı olanaklarla yönetime gelmiş ve yeminle göreve başlamış olmalarına karşın, laikliğin altını oymaya çalışıp, marjinal silahlı gruplara kamunun sırtından yardım sağlayarak, Ortadoğu’daki kargaşaya çanak tutulmuş, savaşan taraflara dinsel tercihlere göre yan tutularak İslamcı teröre destek verilmiştir. Gerek silah yardımına, sınırlarımızdan rahatça girip çıkma olanaklarına sahip teröristler önemli ölçüde yüreklendirilmiştir. Birçok batılı ülke, Türkiye yönetimini İslamcı teröre destek vermekle suçlamaktadır. İslamcı terör Afganistan’dan Amerikan ikiz kulelerine dek, zaman zaman etkili eylemler yapmıştır. Buna karşın hiçbir dönemde içinde bulunduğumuz son bir yılda Ortadoğu’daki eylemleri kadar yoğun etkinlikte bulunmamışlardır. Emperyalistlerin Afganistan, Libya, Irak, Suriye’nin karıştırılması girişimlerinin bir parçası olarak IŞİD’i desteklemesi, İslami terörün daha da yükselmesine neden olmuştur. Birçok ülkenin edinmekte zorlandığı ağır silahları terör örgütleri nereden alıyorlar? Solcuların soluk alışlarını bile denetleyen vahşi kapitalist ülkeler, bunca silahlı adamın Ortadoğu’dan Fransa’ya dek gitmelerini nasıl gözden kaçırıyorlar? Yoksa silah teknolojisinin ve ticaretinin gelişmesi, kapitalizmin koruması altında mıdır? Suç işleyip bunu başka formatta ve başkalarının kişiliğinde kınama ikiyüzlülüğünü sürdürdüğü sürece vahşi kapitalizm, yalnız İslamofobinin değil, başka fobilerin de nefret saldırılarından kendini kurtaramayacaktır.
2 / Türkay Asma: Biz dinimizi ne kadar ve nasıl öğrendik? Beş vakit ezan sesi duyar ve namaz kılarken, ezanın bize ne söylediğini anlıyor muyduk? Halide Edip’in Mor Salkımlı Ev kitabını okuyorum; 1910-15 yıllarını ve hayatını anlatıyor. Orada ilk kez ölülere okuduğumuz Fatiha’nın Türkçe’sini öğrendim. O dönemde okullarda Türkçe öğretiliyormuş. Ben, kişinin ahiretteki sorgusunda ona yardımcı olan bir dua okuduğumu sanıyordum, Allah’ın yüceliğini anlatan bir duaymış. Bunu neden söylüyorum? Biz kendi dilimizde dinimizi öğrenebilseydik, bize seslenen sesin bizi neden ibadete çağırdığını, namaz kıldığımızda neden dua ettiğimizi bilebilseydik; bu terör olaylarının hiçbiri olmayacaktı. Çünkü çocuklarımıza, gelecek nesillere bu dinin güzel bir din olduğunu anlatabilecektik. İmam Hatip okulları açıldı, orada Kur’an anlatıldı. Felsefe kaldırıldı; oysa bu dinin felsefesi çok önemliydi. Bu din, insan sevgisine, paylaşmaya, hoşgörüye dayanıyordu. Tüm bunlar yok edildi, terör içerikli şeyler söylendi. Benim liderime, dinime bir şey söyleyeni öldürürüm, asarım demenin bir anlamı yok. Bunun nedenlerine inip, bu dini nasıl saygın hale getirebileceğimizi birlikte tartışmalıyız. Hristiyan dini Ortaçağ’da inanılmaz kötüydü, bugün bizim yaşadığımız gibi. Luther’in İncil’i Almanca’ya çevirmesiyle, ülkelerin İncil’i anadillerinde okumalarıyla reform başladı. Yine bu kitapta, İncil’in de Türkçe’ye çevrildiğini ve çocuklara okutulduğunu görüyorum. Bunlar Cumhuriyet’ten önceydi. Peki biz nasıl bu kadar geriye gittik? İslam nasıl böyle geriye gitti? Biz bunları birlikte tartışmazsak, kökene inmez ve reform başlatmazsak bu işi çözemeyiz.
3 / Mahmut Konuk: İslamofobi, Avrupa’da, Asya’dan ve Afrika’dan getirilen, köleleştirilmiş kitlelerin, kendi yaşam tarzlarıyla birlikte çoğalmaya başlaması ve Avrupalı yaşam tarzı için bir tehdit unsuruna dönüşmesi ve Avrupa kapitalizminin sıkışmasıyla ilgili bir şey. Orada bizim işimizi elimizden aldı diyerek oluşan yabancı düşmanlığının versiyonudur. Tıpkı Türkiye’de Kürt savaşından sonra yerlerinden göç ettirilen Kürtlerin; bugün ise Suriye’den göçenlerin buralara geldiklerinde gördüğü nefret gibi. İslam’da şiddet içkin bir olgudur. Burada başta Ayhan Bilgen olmak üzere, İslami kesimden gelen birçok insan olmakla birlikte, sarsıcı da olsa söyleyeceğim; şiddet İslam’ın içinde vardır. Dört halifeden üçü katledilerek hayata veda etmiştir. Bugün ortaya çıkan olgu da tarihsel bağlamından kopuk değildir. Samir Amin’den bir alıntı yapmak istiyorum. Kuzey’de bir İslam devleti peydahlandı. Bu devlet tanımı ve doğası gereği yayılmacıdır. Tüm dünya Müslümanlarını kendine bağlama, kapsama iddiası ve perspektifi olan bir harekettir. Türkiye’den Çin’e kadar tüm Müslümanları İslam bayrağı altında birleştirme hedefi var yani dünyanın tamamını fethetme peşinde. Bu yüzden tam bir çılgınlık hali söz konusu diyor. Bunun öncüllerine gittiğimizde Muhammed döneminde hile ile tutsak edilen Beni Kureyza Yahudileri hakkında verilen hüküm ibret vericidir. Kureyza erkekleri öldürülecek, kadın ve çocuklar köle edilecektir; Muhammed Allah’ın yargısıyla yargıladım diyerek onaylar, Medine’nin çarşı alanında hendekler kazdırır. Erkekler buralara getirilip öldürülür, bu infazı gerçekleştiren Ali bin Ebu Talib ve Zübeyr’dir. Ali yorulur, dinlenir. Bu arada idamlıklara süt verilir, infaza devam edilir. 4. Murat döneminde Bağdat’a düzenlenen bir sefer vardır. Orada da 70 bin kızılbaştan 64 bini katledilir. Bu, İslamiyet’in içinde var. 1915’te Ermenilerin kitleler halinde katledilmesi de bu fetih ve Müslüman olmayanları kılıç zoruyla Müslümanlaştırma anlayışından ileri geliyor. Kadınlar ganimet olarak alınabilir. Bugün IŞİD yalnızca İslam’ın içinden doğrudan doğan bir olgu değildir, bence emperyalizmin gayrimeşru bir çocuğudur.
4 / Semih Dikkatli: Kedim Pamuş adına konuşacağım. Bugünlerde çok kırgın. İki tane yavrusu var. Onlar da üzgünler. Savaşlarda ölen çocuklar için üzülür ve başka çocuklar için dua ederler. Bu savaşlarda bombalar, açlık ve susuzluk nedeniyle ölen onlarca sokak hayvanı içinde üzülürler. Ancak Pamuş’un bugünlerdeki üzüntüsü sadece bu değil. Ülkemizde Müslüman nüfusun çokluğuna rağmen, sokak hayvanlarına acımasız davranılmasına, doğanın ve hayvanların katledilmesine üzgün. Diyanet İşleri Başkanının ülkedeki onca arsızlık, hırsızlık, sapıklık ve sapkınlık dururken, “Evde hayvan bakmak caiz değildir” fetvasına takıldı. İkinci hayata inanıyor ve ikinci hayatında Diyanet İşleri Başkanının sevimli bir sokak hayvanı olmasını, kendisinin de bir insan olmasını istiyor. Ona öyle bir bakayım ki, utansın. Pamuş başkanın milyonluk arabasına da çok bozuluyor, keşke ona vereceği parayı sokakta soğuktan donan çocuklara verseydi diyor.
5 / Bülent Durukan: Bir kafa karışıklığımız var. Birisi İslamiyet’te sevgi içkindir, diğeri şiddet içkindir dedi. Biz bütün kavramları yeniden düzene koymalıyız. Aslında Ali Şeriatli bu konuda bazı şeyler söyler. Tüm dinlerin gelişiminden söz ederken, kiminin dünyaya dönük, kiminin ölümden sonraki hayata dönük olduğunu; İslam’ın dengede olduğunu söyler. Terörün birçok analizi yapılacaktır. Biz kendi görüşümüzden bahsedelim. Biz bir vicdan hareketi olarak ortaya çıktık. Terörden de yeterince nasiplendik. Daiş taraftarları bizi internet sayfalarında ve sosyal medyada bizi mürtet ve kafir ilan ettiler. Bu katli vacip demektir. Bireysel olarak da tehdit ettiler. Bizler Allah’a verdiğimiz söz nedeniyle bunlardan korkmuyoruz, geri adım atmadık. Terör, haksızlığa karşı gelmemek ve direnmemektir. Bu da bizi hak ve haksızlığın ve bunun İslami yorumunun ne olduğunu tartışmaya götürüyor. Bunun için insanlığın ortak aklına yönelip bunun sağlamasını yapabiliriz. Bu ortak akıl, bugüne ulaşmış sözlü, yazılı, şarkılı metinlerdir. Müslüman olma iddiasındaki insanlar için bizde bu Kur’an’dır. Kur’an açısından baktığımızda şiddetin kullanılacağı tek yer meşru müdafaadır. Bahsi geçen kabile, Medine Sözleşmesi’ni bozmuştur. Tıpkı IŞİD’in Rojava Anayasası’nı bozduğu gibi. Bu ikisi arasında büyük bir uyum var. Orada az önce katliam ya da şiddet diye tanımlanan şey, onların Yahudi olmasından kaynaklanmaz, ırka ve inanca dayalı bir şiddet değildir. İnançlı insanların yaşamını yönlendiren iki şey Kur’an ve Muhammed peygamberdir. Ancak bu iki unsurla aramıza iki şey girmiştir; zaman ve anlatıcıların subjektifliğidir. Bu iki konunun yaratabileceği yanlış anlaşılmalara karşı Allah bize Kur’an’ı göndermiştir. Yani biz duyduğumuz her şeyin Kur’an’da sağlamasını yapmalıyız. Bunu yaparken de evrensel değerlerle sağlamasını yapmalı ve kalbimize sormalıyız. Şiddet peygamberi olan peygamber 23 yıllık egemenliği süresince sadece 114 gün silah kullanmıştır.
6 / Onur Tatar: İslamofobi deyince korkuyu konuşmak lazım. Niğde’de yakalanan iki askerimizi şehit eden militanın yüzünü hepimiz gördük, korkmuyor musunuz? Arkadaşımız kendisine atılan twitlerden bahsetti, Suriye’ ya da Irak’ta yaşasaydı, farklı bir endişe taşıyacaktı. Türkiye’de olmamıza rağmen hepimiz bu endişeyi yaşıyoruz. Bu topraklara yabancı mı, çok mu uzak; bunu da düşünmeliyiz. Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş’ın doğduğu bu topraklar, üzerinden 600-700 yıl geçtikten sonra, bu terörü, şiddeti ve öfkeyi red mi ediyor? Hepimiz birer sevgi dininin temsilcileri miyiz yoksa? Hayatımızda hiç ayrımcılık yapmıyor muyuz? Sadece öldürmekten, kesmekten, yakmaktan bahsetmiyorum. Hemen aklımıza Sivas, Kahramanmaraş, Çorum gelmiyor mu? Orada yaşanan vahşetin IŞİD vahşetinden farkı olduğunu düşünüyor muyuz? Hepimiz bunları tolere edebilmek için bahaneler üretmiyor muyuz? Şiddet ve terör cezalandırılmadığı yerde güçlenir. İnsanları şiddete yönlendiren şey bu cezasızlık halidir. Sivas’ta insanları yakan Cafer Erçakmak’ı cezalandırsaydı bu ülke, herhalde benzer şeylerin yaşanacağını düşünmezdik. Ama bu ihtimal her zaman aklımızın bir köşesinde var. İyi bir korku filmi izleyicisiyimdir ancak IŞİD gibi bir vahşeti hiçbir sinema yönetmeni aklına getiremezdi. Son yaşanan kafes seremonisi bunun göstergesi.
7 / Nilgün Nazilli: Genellikle İslami terör olarak adlandırılıyor ancak İslam referanslı küresel terör demeyi daha doğru buluyorum. Dünyada terörizmin tarihçesine bakıldığında hiçbir dönem Musevi ya da Hristiyan terörü olarak adlandırılmadı terör hareketleri. Ancak İslami terör dendiğinde karşıtı İslamofobiyi de doğuruyor. Hatta giderek Amerika’da da yaygınlaşıyor. İslami terörü, Türkiye’de ve özellikle çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde destekleyenin feodal yapılar olduğunu görüyoruz. Türkiye kendini, laik, çağdaş ve demokratik bir ülke olarak nitelendirirken, egemen anlayış, ülke içindeki bazı feodal yapıları alenen ya da el altından insan gücü ya da silahla destekliyor. Avrupa’daki birçok ülke, elindeki gelişkin teknolojiyle uçan sineğin kanadını bile izlerken, ülkesine girip çıkan teröristleri ne hikmetse (Charlie Hebdo’da olduğu gibi daha önce terör suçuyla da arandıkları ifşa edilmişken) izleyemiyor. Avrupa’daki birçok ülkede, azınlık durumundaki Müslümanlar, çoğunluğa dönüştüğünden, onları ülkesinde daha fazla muhafaza etmek istemiyor. Biraz da belki bilerek Ortadoğu ya da Yakındoğu’daki İslam kaynaklı örgütlere katılarak ülkelerinden çıkıp gitmelerini hesaplıyor. Burada hesaplanamayan şey, örgütlere katılması için izin verdikleri insanların dönüp kendi ülkelerinde onları vurması. İslamofobinin giderek onların egemen kesimleri tarafından devlet eliyle de desteklendiğini görüyoruz. İslami kaynaklı küresel terör olayının özellikle Hristiyan ülkeler tarafından desteklendiğini düşünüyorum.
8 / Belgin Çelik: IŞİD hepimizin kanını dondurdu. Hizbullah vardı eskiden. Bugün Hüda-Par adıyla bir parti oldu. Doğu’da hala el altından yaptıklarını biliyoruz. Türkiye’den IŞİD’e katılan yüzlerce insan var, bunu hiç konuşmuyoruz. Bunlar ülkeye geldiğinde ne kadar rahat olabileceğiz? Geçen bayram İzmit’te yeğenlerimleydim. Bu kişiler yeğenlerime – ki yeğenlerim de kapalı insanlar; onların bile Müslüman olmadıklarını ve onlarla da hesaplaşacaklarını söylüyor kapı komşuları. Maalesef IŞİD’in yaptığının benzerleri bizim ülkemizde de yaşandı. Sivas Madımak, Hizbullah’ın şimdiki yapılanması Hüda-Par’ın yaptıkları. IŞİD’in yaptıkları Müslümanlık adına yapılıyor. Hz. Muhammed’in mührünü taşıyor. Diğer ülkelerden buna tepki gelmiyor, sadece Amerika Kobane’yi aylarca bombaladı. Ne oldu IŞİD, bitti mi; daha çok güçlendi. Biz sadece yıkımları izledik. Kendi yarattıkları canavarı şimdi öldürmeye çalışıyorlar ama öldüremeyecekler. Türkiye de maalesef buna dahil. Giden silahlar Türkmenlere gitti; hayır, IŞİD’in eline gitti.
9 / Meral Güler: İslam’ın terör içeriği var mı yok mu tartışıldı ama ben Maide Suresi 33. Ayeti hatırlatmak istiyorum: İçinde Müslümanlığa ya Peygambere karşı herhangi bir ters söylem olduğu zaman, bu kişilerin şiddetle öldürülmesi gerektiğini söyler. Dini bir düşünür olan Mansur da bu şekilde öldürülmüştür. Kur’an içinde çok güzel söylemler de var ama hangisini alırsanız oradan gidiyor. Ben Avrupa’da yetişen Müslümanların terör dalgası estirdiğini söylüyoruz ama neden Hristiyan dünyası ya da Avrupa ve Amerika, Müslümanlar üzerinde IŞİD’i, El-Kaide’yi yaratıyor da; Müslümanlar acaba orada neden bir terör örgütü yaratmıyor, merak ediyorum. Bu, aydınlanmayla olan bir şey. Bizimki gibi laik, seküler ülkelerde; dinimizi kendi yaşamımıza karıştırmadığımız sürece şiddete yol açmadığımız sürece bunların düzeleceğini zannediyorum. Dinimizi iyi okumalıyız. Kur’an terörü de iyi şeyleri de barındıran bir kitap. Aydınlanma devrimini yaşarsak, Avrupa gibi dinimizle yaşamımızı ayırırsak, daha güzel göreceğimizi düşünüyorum.
10 / Hüseyin Küçükbalaban: İHD olarak hiçbir inançsal ya da kimliksel farklılığın şiddetle doğrudan bir bağının olduğuna inanmıyoruz. Şiddet olgusu devletleşme ve iktidar olgusuyla ele alınmalıdır. Devletlerin inanç işini bireyin kendisine bırakması gerektiğine inanıyoruz. İnanç alanı her tür evrensel insan hakları belgelerinde bireylere ve inanan topluluklara has bir alan olarak ifade edilmiştir. Devletlerin görevi inanç gruplarının inançlarını özgürce yaşayabilmeleri için gerekli tedbirleri almakla sınırlıdır. İslamofobi, antisemitizm, gibi farklı inançlara nefret içeren yaklaşımlar inançların iktidarların ve devletlerin elinde siyasi bir malzeme olarak kullanılmasının sonucudur. Farklı inançların farklı coğrafyalarda nefretle karşılanmasının kökeninde inançların, iktidarla, kapitalizmle ya da kapitalist moderniteyle buluşma biçiminden kaynaklanmaktadır. İslamiyet öncelikle kendi içerisinde 600’lü yıllarda bir ayrışma yaşar, sonrasında mezhepler üzerinden de iktidara taşınır. İktidarla buluşan her düşüncenin gericileşmesi ve baskıcı hale gelmesi iktidar olmanın doğasında var olan bir durumdur. Bu tarihsel gerçek; çıkışında ilerici olan ve ezilenlerden büyük destek alan pek çok inanç ve felsefi düşünce içinde aynı sonucu ortaya çıkarmıştır. Şiddet olgusunun iktidar kavramıyla ilişkili olduğunun tekrar altını çizmek gerekiyor. Ortadoğu, daha çok İslam inancına mensup devletlerin hüküm sürdüğü bir bölgedir. Bu bölge de soğuk savaş döneminde Afganistan’ın Sovyetler tarafından işgal edilmesi ile ABD ve diğer kapitalist ülkeler eliyle Şiddeti esas alan İslami gruplar silahlandırılarak örgütlendirilmişlerdir. El-Kaide’den IŞİD’e kadar uzanan ve şiddeti esas alan İslami referanslı örgütlerin eylemliliklerini İslam inancı ile açıklamak gerçekçi ve doğru bir yaklaşım değildir. İslam ya da başka bir inancın şiddetle ilişkisini bu inançların devlet ve iktidar ile buluşma biçimleri üzerinden sorgulamalıyız. Kobane’de IŞİD’e karşı mücadele veren Kürt halkının da büyük bir kısmının Müslüman olduğu unutulmamalıdır.
11 / Osman Akkuş: Bir arkadaş korku filminden bahsetti. Ben de facebooktan izlerken görüntüleri; bunun bir mühendislik olayı olduğunu düşündüm. Orada üç tane yobazın yaptığı bir kurgu değil. Bağdat’ta 41 gün savaşa tanıklık etmiş biri olarak aranızdayım. Şunu gözlemliyorum: Sokakta gezen kediyi, havadaki yarasayı algılayan sistemler vardı. Sokağa çıkma yasağı vardı. Bir gün Şii, bir gün Sünni camisinde bomba patlıyor. O bomba yüklü araçları kimin koyduğu belli; işgal güçleri. Bu bir mühendislik olayı gibi geliyor bana. National Geographic’te izlerdim; uçak kaçırma olayları olurdu, hep Müslümanlar uçak kaçırıyordu nedense. İslamiyet’le, Müslümanlıkla özdeşleşmiş bir durumdu. Demek ki bugünü kurguluyordu bu insanlar. İsrail köşeye sıkıştı; Birleşmiş Milletler’e olan güven çok sarsıldı; keşke birleşmeselerdi diyesi geliyor insanın. İslamiyet’in terörle özdeşleşmesi Ortadoğu’da hangi ülkenin işine yarıyorsa, onların kurgusu gibi geliyor bana. Zaman bunu ortaya çıkaracaktır.
12 / Barış Buzluk: İslamofobi’den önce Batı’da, özellikle Hollywood’ta başlayan Arap düşmanlığına değinmek istiyorum. Kötü Arap simgesi vardı. İslamofobiden önce İslam teröründen bahsediliyor. Dini olarak sadece İslam terörü var. Hristiyan terörü yok. Reagan’ın zamanında mücahitler için bu insanlar Amerika’nın kurucularının sahip olduğu ahlaka sahiptir derken, şu anda bu radikal İslamcı örgütlerin, en büyük düşmanı olması da yine Sovyetler Birliği’nin dağılması ve komünizm tehdidinin yok olması sonucu ortaya çıkmıştır. Yeni bir tehdit gerekiyor. Diğer yandan bu mücahitler de kandırıldıklarını anlıyorlar ve karşımıza yeşil kuşak projesinin bir miktar başarısız olmasıyla beraber yeni bir düşman ortaya çıkıyor. Bu da radikal İslam, islam terörü. Bunun tavan yaptığı nokta da 9-11 Eylül olayları. Sonra olay Avrupa’ya sıçradı. Bugüne kadar gelen bir IŞİD algısı ortaya çıktı. IŞİD 5,5 milyar dolarlık bir bütçe açıklamış. Bu para, satılan petrollerden geliyor. Amerika ambargo uyguladığını söylüyor ama bu petrolleri kimin aldığı belli. Charlie Hebdo olaylarına da farklı bir açıdan bakmak istiyorum. Fransa Rusya’ya uygulanan ambargoya karşı koyan tek ülkeydi. Anlaşmalarını iptal etmedi, CEO’su Rusya’ya gitti, dönüşte de uçak kazasında ölmüş! Ölümünden sonra da Charlie Hebdo olayları oldu. Bir buçuk hafta sonra Fransa Rusya ile ilişkilerini keserek ambargoya katıldığını açıkladı. İslamofobi tamamen Batı’nın, insanları korkutmak için çıkardığı bir şeydir. İhtiyaç duyduklarında bunu ortaya çıkarıyorlar. İslamofobinin karşısında yeni Açık Yeşil Kuşak projesi var. En büyük örneği de Türkiye. Türkiye’de laikliği elden bırakmadan ama ABD’nin isteklerine uygun bir şekilde İran’laşmadan bir İslam ülkesi olma yolunda ilerliyoruz. Bunu diğer ülkelere de yayma isteği içerisindeler. İslamofobiyi sadece Müslümanlık çerçevesinde değerlendiremeyiz; bunun radikal İslam, ılımlı İslam ve Batı tarafı vardır.
13 / Nazik Akyüz: Az önce İslam sevgi mi şiddet mi içkindir dedi arkadaşlarımız. İslam tabii ki sevgi ve hoşgörü içerir fakat birisi sizin annenize küfrederse, siz nasıl yanıt verirsiniz diye sormak istiyorum. Sakin bir şekilde karşılar mısınız? İslamofobi aslında Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra Batı’nın yeni bir düşman ihtiyacından doğan bir durum olarak ortaya çıkmıştır. 11 Eylül olaylarıyla hız kazanmıştır. Medeniyetler çatışması tezi bu durumu arttırmıştır. Fikir özgürlüğü her istediğimizi her yerde istediğimiz şekilde ne kadar söyleyebiliriz; tabii ki Batı fikir ve inanç özgürlüğü konusunda çok iddialı fakat bunu gerçekleştirirken de bazı sorumlulukları yerine getirmesi gerekiyor. Fikir özgürlüğünün belli sınırları olmalı. Bir dinin peygamberine hakaret ettiğinizde, elbette şiddet içeren bir tepki görmemeli ancak insanların tahrik edildiğini; özellikle Batı tarafından insanları tahrik edecek olayların yaratıldığını göz ardı etmemeliyiz. 11 Eylül’ün CIA tarafından düzenlendiği bazı belgelerle kanıtlanmıştır. Hep İslamofobi diyoruz ama Gazze’de Müslüman çocuklar ölüyor. Müslüman olsun olmasın, ölen çocuklar için neden Yahudiler’den özür beklenmiyor ya da bir Yahudi korkusundan bahsedilmiyor? En barışçıl din olarak görülen Budizmin Burma’da yaptıkları karşısında neden özür beklenmiyor? Çok tahrik unsuru var, Batı bunu tırmandırıyor. Charlie Hebdo ve başka karikatür olayları; Wilders’in yaptığı “Fitna” filmi, “Müslüman Masumiyeti” filmi, Hz. Muhammed’i terörist gösteren karikatürlerin hepsi, Müslümanları tahrik ediyor. Batı, çıkarları için İslamofobi’yi yaratıyor. Kur’an-ı Kerim’de 45 yerde cihat kelimesi geçerken, 355 yerde barış, hoşgörü ve rahmet kelimesi geçmektedir.
14 / Yakup Göker: Terörün her türlüsünü lanetliyor ve kınıyorum. Dinimiz İslam, barış ve hoşgörü dini. Burada yapılmak istenen İslamiyet ve Müslümanlar üzerinde bir komplo, oyun. IŞİD ve benzerlerinin İslamiyet ile alakası yoktur. Bunu herkes biliyor. En son Fransa’da yaşanan olay var. Basın özgürlüğüne karşı değiliz ama buradaki en büyük sonuç; bizim en büyük değerimiz olan Hz. Muhammed S.A.V.’a yapılan hakarettir, suçtur. Buna her türlü tepki verilmelidir. Bu konunun uluslararası alanda gündeme getirilip, tüm Müslüman ülkelerin bir araya gelip tepki vermesi gerektiğini düşünüyorum.
15 / Berrin Sönmez: İslamofobi, ırkçılığın günümüzdeki yansıması. Bunun temelleri önceden atılmıştı, tarihsel ekoller var. Bunlardan biri Tarihin Sonu ekolü, 1920’lerden Arnold Toynbee’den başlayarak gelen bir ekol. Burada bahsettiği tarih, aydınlanma döneminden itibaren Batı medeniyet algısı içerisinde gelişen pozitif sosyal bilim ekolünün ortaya koyduğu tarih tasarım modelidir. Batının tarih modeli olan bu tarihin sona erdiğini öne sürüyorlar. Fukuyama’nın öğrencisi, Batı Medeniyetler Teorisi’ni yazan Huntington da bu tarihi felsefi ekolü bir politik teoriye dönüştürmüş ve günümüzde Amerika’daki Neoconlar’ın algısı bu modele oturmaktadır. Dünyayı medeniyetler çatışması olarak konumlandırırken, Batı medeniyetinin karşısına yükselen değer olarak İslam’ı koymuştur ve İslam ile çatışmayı gerekli görmüştür. İslamofobi böyle bir gerekliliğin, batı medeniyetinin yıkılmasının önüne geçebilecek bir tedbir olarak yaratılmıştır. İslam dünyasına sürekli saldırılar oluyor. Asıl sorunumuz, İslam dünyasında fikir hürriyetinin olmaması nedeniyle bu tür saldırılara düşmemiz. Önceleri vardı ancak Nizamiye medreselerinden itibaren hür düşünceye ket vuruldu ve günümüze de geldi. Bütün dinler ve ahlak kuralları, insanın özünde var olan şiddeti baskılamak içindir. Ancak fikir hürriyeti engellendiği için günümüzde bunlar yaşanıyor.
16 / Aydın Şimşek: Hiçbir inanca mensup olmayan bir arkadaşınız olarak rahatlıkla söyleyebilirim ki Bülent ve Ayhan arkadaşımın İslam inancında huzur bulacağıma inanıyorum. Çünkü farklı İslam anlayışı okumaları var ve onların pratikleriyle karşı karşıyayız. IŞİD, 11 Eylül saldırıları, El-Kaide vs.’ye baktığımızda, hepimizin külliyatında farklı okumalar var. Gönül İslam’ına bel bağlamış bir İslamiyet varken, radikal İslam’ın da Ortadoğu’da kendini hissettirdiği bir etkileşim söz konusu. İslam ve terör birlikte anılır mı? Evetse neden, anılmazsa bugün yaşanan terör eylemlerini nasıl açıklayabiliriz? Bunu Hz. Muhammed’in bir sözüyle açıklamaya çalışacağım: “İnsanlar öyle günler görecek ki, katil niçin öldürdüğünü, maktul de niçin öldürüldüğünü bilmeyecek.” Katilin neden öldürdüğünü, maktülün de neden öldürüldüğü sorularının cevapsız kalması, terörün karakteristik özelliğidir. İslam anlayışının küresel cihat anlayışıyla içinden bir hesaplaşmaya ihtiyacı var bence. Radikal İslam anlayışını savunanların iddialarından birisi de diktatör yönetimlerle yönetilmiş olmaları ve kendilerini ifade edememeleri. İslam ideolojisine sahip arkadaşların bu tür eylemleri Batı’nın ortaya attığı iddiaları kolaycı bir yaklaşım olabilir ama Batı böyle bir şeyi çok rant sağlayıcı görmez. Reel sosyalizmin yaşadığı koşullara baktığımızda yeşil kuşak projesi doğrultusunda sosyalizmin karşısında duran inanç temelli bir yaklaşım vardı; bunları bir kenara bıraktığımızda bu iddiaların gerçekle çok bağdaşmadığı görülüyor. Daha çok İslam anlayışı içinde vahabilik ve selefiliğin kendisinin terör ile İslam anlayışını yan yana getirdiği iddiaları var ki, IŞİD’i tam da burada değerlendirmek gerekiyor. Bugün IŞİD İslam ve terörü yan yana getirmiştir. Sınıflar çatışmasının bittiği, reel sosyalizmin yıkıldığı bir evrede, İslamofobinin uzak tarihselliği şudur: Endülüs fethi ve Haçlı Seferleri uzak bir tarihtir İslamofobi açısından; yakın tarih de Afganistan, Pakistan, Suriye, Irak ve oradaki devlet modelleri ile radikal İslam hareketlerinin uygulamaları (IŞİD, El-Kaide, Boko Haram gibi) yakın tarihte bir İslamofobi yaratmıştır. Ama Avrupa'nın da bu konuda sorumlulukları vardır.
17 / Ayhan Bilgen: Bu tür platformların verimli olabilmesi için hem İslam’ı savunanların hem de eleştirenlerin doz tutturması gerekiyor. Çünkü hepimizin hem yüzleşmesi hem de öğrenmesi gereken bir boyut var. Ben dindar çevrelerin İslam’la ilgili özeleştiri yapma, yüzleşme konusunda cesur olması gerektiğini savunanlardanım. Daha insani bir yerde ortak bir yaşamı hedefliyorsak, eleştirileri İslam’a yapılan bir hakaret kompleksi içinde karşılamak yerine pratikleri gözden geçirmeliyiz. Savunduğumuz değerlerle örtüşüp örtüşmediği, İslamiyet’in kendi iç tartışması. İster İslam ister terör bağlamında tartışalım, bu kavramlarının her ikisinin de enformatik bir bombardımanın eseri olduğunu görmeliyiz. Eski İç İşleri Bakanı, son derece rahatsız olduğu, Serap’ın ölümüne sebep olan Molotof eylemini, MİT görevlisinin yaptığını söyledi. Şimdi muhtemelen yollar ayrıldığı için bunu ifade etti. Oysa bu bilgi üzerinden şimdiki Cumhurbaşkanı o dönem defalarca TV ve miting alanlarında, partiyi hedef göstererek, şunlar yaptı dedi. Bu kavramın sivilleri hedef alan, kör, amacıyla ilgili çelişkisini teşhir edebileceğimiz biçimde okunması şart. Ölen ve öldürülen kim olursa olsun karşı çıkmalıyız. IŞİD’in kurbanlarının büyük kısmının Şii’ler olması tüyler ürpertici bir durum. Pakistan’da geçen hafta 5o civarında insan hayatını kaybetti. Ebu Gureyb Cezaevi, Guantanamo gibi olaylar Irak’taki Sünnileri IŞİD benzeri yapılara katılmaya teşvik etmişse, bizim işgal ve sömürüden anlamamız gereken tepki buysa, gayet anlayalım. Bunun hedefinin Şiiler olması da anlaşılması gereken diğer bir gerçeklik.
Soru-Cevap
* Fulya İnci: Tasarlanan Yeni Türkiye ile dincileşme süreci ve tasarımındaki laiklik anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Aydın Şimşek: Ben resmi, Kemalist laiklik anlayışını savunmuyorum. Özgürlükçü laiklik anlayışına sahibim. İnananın inanma hakkı ne kadar korunuyorsa, inanmayanın da inanmama hakkının korunduğu bir anlayışın demokratik bir Cumhuriyet olacağını düşünüyorum. Bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı’nın da aslında, mütedeyyin insanların da dahil olmak koşuluyla kapatılmasını talep etmesi lazım çünkü resmi bir anlayışla örgütleniyor ve vaaz veriyor. Orada da özgürlükçü bir yapı yok. Dinin bireysel alana çekilmesi, finanse edilmemesi ve devletin her dine eşit uzaklıkta olmasını hayal ediyorum.
Ayhan Şimşek: Bazı değerlendirmelerde arkadaşlar da değindiler. Bütün inançlar, devlet ve iktidarla aralarına ne kadar mesafe koyarlarsa hem kendi gerçekliklerini ve niteliklerini, hem farklı inançlara yönelik anlayışlarını daha iyi görürler. Bunu herhangi bir devlete özel olarak söylemiyorum. Devlete uzak olanın Allah’a yakın olması düşüncesinden yaklaşıyorum konuya. Ben yöneteyim, tahakküm edeyim, benim devletim refleksi çok hastalıklı bir durum. İslam adaleti ve özgürlüğü savunur elbette, savunmalıdır; diğer bütün inançlar ve ideolojiler gibi. Bunun ötesinde ancak Müslümanlar yönetirse doğru olur dediğiniz andan itibaren kendi yanlışınızı ve haksızlığınızı örten bir noktaya gidersiniz. Hayatla inançlar arasındaki ilişkiyi tümüyle koparma iddiası gerçekçi değil. Burada şununla yüzleşmeliyiz: Senin inancın seni bağlar, benim hayatıma müdahale etme. Senin inancının gereğini yapıyor olmanın beni, seninle evrensel değerlerde buluşturacak zeminleri ne kadar var? Birileri çalmanın, öldürmenin kılıfını dine dayandırıyorsa, bununla yüzleşmesi, bizim de ona böyle bir hakkı olmadığını söylemeliyiz. Kaba baskıcı laikçi tutumu da sorgulamalıyız. Entegrizm, İslam dünyasının başının belası galiba; ben Allah adına yapıyorum; bu tartışılamaz. Böyle söylediğinizde düşünce, bilgi, sorgulama biter.
* Mahmut Konuk: Ermeni derken “Affedersiniz” demenin gayet olağan karşılandığı, öte yandan İslami mitolojiye aykırı bir söz söylediği için insanların hapiste çürütüldüğü bir ülke nasıl bir ülkedir?
Aydın Şimşek: Vicdanı bilinçlenmiş her insan, bunun iyi bir durum olmadığını söyleyebilir. Nasıl bir ülkede olduğumuz ortada. Gerçekten terörizm kavramı da çok izafidir benim açımdan. Örneğin Rusya’da Çeçenlerin direnişi şanlı bir direnişken, Rusya açısından terörizm ve ayrılıkçı olarak ilan edilebiliyor. Terörizm, anarşizm gibi izafi bir yön var burada. Bugün tarihsel geçmişi olan ermeni meselesinden kaynaklı olarak “Ermeni dölü” kavramı ile yetiştirildik. Küfür anlamındaydı bu. Aynı şeyleri savunuyor muyuz, savunmuyor muyuz; yanlış bir örneği yanlış bir örnekle olumlamak doğru gelmiyor bana. Aynı şekilde İslam’a yönelik de bunlar yapılıyorsa, aynı şekilde karşı gelmek gerekiyor.
Ayhan Bilgen: Karikatürlere verilen tepkiler üzerinden bir şeyler söyleme ihtiyacı duyuyorum. Ben asla bir karikatürden dolayı öldürmenin meşru olmayacağını düşünenlerdenim. Tırnak içinde provokasyon yapıyor, dalga geçiyor olsun; burada içinden bir parçayı kopararak dini referans yapmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Peygamberimiz hayattayken sırtına işkembe koydular, her türlü hakaret ve iftiraya maruz kaldı. O tepki vermemişken, biz onu seviyoruz diye onu savunma adına bunu yaptığımızda onun adına daha büyük yanlışları yapmış oluyoruz. Biz tepki gösterilmesine karşıyız anlamında bir şey söylemiyorum; gidersiniz protesto edersiniz, başka yayınla cevap verirsiniz, tepkinizi hissettirecek başka bir şey yaparsınız ama şu cümle benim için son derece belirleyici: Acınızı paylaşıyoruz ama siz de hak ettiniz anlamına gelecek yaklaşımların savunulacak tarafı yok. Galiba İslam dünyasının Müslümanların, ciddi bir tarihsel hesaplaşmaya ihtiyacı var. 19152e baktığınızda Ermenileri savunmaya çalışan din adamları da var, yazarları da var; “Bilmem kaç Ermeni öldürürseniz cennete gidersiniz” diyen ve eylemleri destekleyenler de var.
Osman Akkuş: Afganistan’da Buda heykelleri dinamitlendi, o zaman bir şey hissetiniz mi? Bugüne Myanmar, Burma’da Budistler Müslümanlar karşı harekete geçti, Budistler nasıl oldu da tahrik edildi? 10 bin km öteden gelip hepimize ait olan yeraltı yerüstü zenginliklerini borularla uzaklara taşıyorlar. Borular sınır tanımıyor, biz nasıl sınır tanıyoruz? Musul Kerkük’ten Bakü’ye kadar bu coğrafyanın insanları sınırları kaldırıp adına Ortadoğu Birleşik Devletleri ya da Avrasya Birleşik Devletleri der mi; bu ütopya gerçekleşir mi?
Oya Özden: Ama bu konuyla çok bağlantılı mı?
Osman Akkuş: Biraz.
Aydın Şimşek: Eskiden sosyalistlerin idealiydi, enternasyonalizmden bahsederdik. Sosyalizmin yıkımıyla birlikte özellikle doğu bloğundan akademik kariyer yapmış insanların Trabzon’a gelerek kendilerini pazarladığını da gördük. Yani sermayenin küreselleşmesi karşısında sosyalistlerin enternasyonalist ütopyası duvara çarpmış oldu. Şimdi ulus devlet anlayışı paramparça olduğu için daha çok kendiliğinden bu sınırların kalktığını düşünüyorum ben. Sermayenin küresel yapısı dopal olarak emeğin de küresel dayanışmasını iç içe geçirmiş gibi geliyor bana.
Ayhan Bilgen: Vatan sevgisi, yurt sevgisi kavramları son derece insani şeyler ama bunun bir saldırgan milliyetçiliğe dönüşmesi insanlığı tehdit eden en ciddi şeylerden biri. Bu sınırlar bi defa bu halklar tarafından çizilmedi. İnsanlar serbestçe ticaret yapsalar, tanışsalar, başka bir toplumsal ilişki kurulabilse, mezhep ve dinler arası çatışma da bu kadar gergin olmazdı. 20. Yüzyılın bütün hikayesi bu aslında. Çok yaygın bilinen bir yanlış var; vatan sevgisi imandandır diye peygamberin olduğu iddia edilen bir söz var. Herkes iyi niyetle söylüyor. Bu, Baas Partsi yöneticisi Michel Eflak’ın bir sözü. İlk çıkardığı derginin logosunda yazıyor. Peygambere ait böyle bir söz yok. Baas Partisi’nin milliyetçilik, İslam ve biraz da sosyalizm sosuyla karışık söylemine dekor olarak da peygamberi referans gösterme düşüncesinden kaynaklı bir durum var. Bunun gibi birçok şeyle ilgili derinlemesine okumamız gerekiyor.
Yıldırım Kaya: Önümüzde gerçekleşmiş bir Yunanistan seçimi var.
Oya Özden: Ama konuyla ilgili.
Yıldırım Kaya: Şöyle bir şey: Seçimimiz de var. Bu küçük millet meclisini, büyük millet meclisi olarak yansıtabilmek adına siz Güvenlik Yasası’nda birleşirken, neden yüzde 10 barajı konusunda…
Oya Özden: Bu, konuyla ilgili değil.
Yıldırım Kaya: Konu, terörün önüne geçmek. (gülüşmeler)
Aydın Şimşek: Korsan bir bağlantı.
Oya Özden: Hadi öyle olsun.
Yıldırım Kaya: Neden yüzde 10 barajı konusunda birleşip de küçük millet meclisini büyük millet meclisine taşımıyorsunuz?
Ayhan Bilgen: Dedim ki herhalde “Ege Denizi’ndeki balıklarındır deniz” diyeceksiniz. Türkiye’de yüzde 10 barajının kendisi bir sorundur. Biz barajı konuşmak yerine, siz neden parti olarak giriyorsunuz sorusunu dönersek; yani anormal olan bağımsız olarak girmek galiba. İki kere bunu zorladık; biz şimdi barajı geçeceğimize inanıyoruz. Yaptırdığımız anketler de bunu gösteriyor; biz 70 civarında milletvekili çıkaracağız. Neden 30 milletvekiline Kenan Evren’in koyduğu bu baraja teslim olalım? Türkiye’de barajı boşa çıkaracak bir dayanışma ortaya koyalım. Şimdiye kadar herkes mağdur olduğu halde hiçbir parti üzerine düşeni yapmadı. Öneriler vardı ama yapılamadı. Baraj bizimle birlikte bu seçimden itibaren kalkacak çünkü bu barajı koyanlar bunun boşa çıktığını gördükleri zaman barajı kaldıracaklar. Yoksa bilerek barajın altında kalacaksanız diyorsanız, intihara niyet ettiniz gibi bir psikolojiyle soruyorsanız…
Yıldırım Kaya: Güvenlik Yasası’nda birleştirici olurken, hadi gelin hep beraber seçime gidelim, koalisyon kuralım derken; hayır, biz barajı aşacağız gibi bir iddiada olmanızı soruyorum ben.
Ayhan Bilgen: MHP ve CHP parti olarak giriyor, biz niye girmeyelim?
Yıldırım Kaya: Yunanistan’da böyle bir şey yoktu.
Oya Özden: Arkadaşlar, soru zaten konu dışıydı. Parantezi açmıştık, artık kapatıyorum.
Aydın Şimşek: 23 saniyeyi kullanabilir miyim Ayhan Hoca’m izin verirse?
Ayhan Bilgen: Tabii.
Aydın Şimşek: Yanıt olması açısından. Biz de Yeşiller ve Sol Gelecek olarak seçime HDP ile birlikte gireceğiz. Doğal olarak HDP diğer partilerle olsaydı olurdu ama bu olmuyor. HDP bu anlamda kendi gibi düşünmeyen diğer kesimlere de açık. Kendimizi gerçekleştireceğimiz bir zemin sunuyor ve gerçekten bu yüzde 10 barajını birlikte aşma şansımız var ama kafamızdaki bariyerleri aşmak koşuluyla.
Oya Özden: Tamam, kapatıyoruz bu konuyu; lütfen.
Nilgün Nazilli: Charlie Hebdo karikatürlerinin yüzde 80’i din temelli. Meryem ve İsa’yı karikatürize etmiştir. Bunun ancak yüzde 10’u Muhammed’e aittir. Buna rağmen Hristiyan kesimlerden Charlie Hebdo’ya herhangi bir karşı çıkma ve saldırı yoktur. Bunun değerlendirilmesini istiyorum. Bir de arkadaşımız “Bizim anlayışımız Kemalist laiklik anlayışı değildir” dedi. Atatürk’ün laiklik anlayışı zaten belli çevreler tarafından dar kalıplara indirilip din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır denip damgalanmıştır. Atatürk laiklik ilkesini yerleştirmek için en uzun mücadeleyi vermiştir. Laiklik anlayışı insanların tamamen vicdan özgürlüğünün egemen olduğu toplumsal düzen üzerine kuruludur. Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi olarak bu söylemi analiz edip onun arkasında durmak yerine, Atatürk’ün laiklik anlayışını Kemalist laiklik anlayışına neden indirgiyorsunuz?
Oya Özden: Bakın lütfen konu dağılıyor.
Ayhan Bilgen: O meşhur olan karikatürle ilgili Müslümanların neden incindiğini anlamış değilim kişisel olarak. Başka okumadıklarım varsa bilmiyorum. Ama bence tersine peygambere değil, bugünkü Müslümanların haline yönelik bir hiciv var. Peygamberin İslam dünyasının halinden utanıyor olması, benim de düşüncelerimi ifade ediyor. Kadına yönelik şiddetin, bebek ölümlerinin, gelir dağılımındaki çarpıklığın bu kadar yüksek olduğu; gelir düzeyi yüksek olanın hemen yanında bu kadar açlık olması, aynı dine mensup insanların hali. Bu hal, Peygamberi ağlatacak, üzecek bir durumdur. Bir de galiba çok gergin bir psikoloji yaşıyoruz. İslam dünyası uğradığı saldırılar, mağlubiyetler karşısında mizah yeteneğini, hoşgörüsünü tamamen kaybetti. İslam kültürünün de geçmişte olduğu gibi yazarlarının, ozanlarının diğer kültürlerle de etkileşerek, hakaret ve nefret söylemi içermeyecek şekilde hiciv yapabileceğini düşünüyorum. Bunları hakaret gibi algılamak, içinde bulunduğumuz alınma psikolojisiyle ilgili.
Oya Özden: Sizin laiklikle ilgili sorunuza arada cevap verecek Aydın Bey. Bununla ilgili bir şey söylemek istiyor musunuz?
Aydın Şimşek: Küçük bir şey söyleyeceğim. Ben siyasi hareket olarak insanların kutsal mabedlerine, mekanlarına yani camiye, kiliseye ve cemevine yazılama yapmayan bir gelenekten geliyorum. Düşünce özgürlüğünün sınırlarının nereye kadar olduğu konusunda hassasiyetimiz var. caminin duvarına slogan yazıyorsanız, bunun bir saygısızlık olduğunu düşünen bir hareketten geliyorum. Charlie Hebdo’nun yayın editörü olsaydım bunu ciddi ciddi düşünürdüm. Bir aleme ait olan kutsalı gerçekten mizah konusu yapmalı mıyız diye düşünürdüm. Bunu akademik ve entelektüel açıdan da düşünmek gerekiyor. Karşı çıktığım tek şey var burada; buna rağmen evet deseydik, fikirle karşı olabiliriz diye düşünüyorum. Orada silahın ve şiddetin eleştirisi başka bir şey. Bilimsel ve akademik olarak oraya kendi alternatifinizi koymanız daha demokratik ve aklıselim bir yaklaşımken, cihat sorgulaması dediğim şey şudur: Avrupa da aslında bunu aydınlanmayla aşmıştır. Meryem Ana ve İsa’nın karikatürize edilmesi konusunda kendini aşmıştır. Bir inanca mensup olmayan bir insan olarak derginin başında olsaydım bunu ciddi ciddi düşünürdüm.
Göksu Günay: Komplo teorileri ve İslamofobi olabilir, itirazım yok. Ancak Peygamberi anma mitinglerinde Müslümanın Müslümanı öldürmesine ne diyorsunuz?
Aydın Şimşek: Müslümanın Müslümanı öldürmesi, İslam aleminin kendi paradigması da olabilir. Kerbela’dan bugüne kadar karşı karşıya kaldığımız sorunlar. Mevzuya dışardan bakan biri olarak şunu söylüyorum: içerden kendini gözden geçirme. Biz de kendimizi gözden geçiriyorduk. Bunun onaylanacak bir yanı yok. İslam’ın içinden de baktığınızda bir katliama; tırnak içinde söylüyorum, katliam İslam içinde dejenere bir durum yaratıyorsa, oturup benden önce onların bunu bir hale yola koyması gerektiğini düşünüyorum. Metodolojik olarak nasıl olabilir bilmiyorum ama böyle bir şeye ihtiyaç var.
Ayhan Bilgen: Bir önceki Danimarka’daki karikatür krizinde elçiliklere yapılan eylemleri kastediyorsunuz sanırım. Öfkenin İslam dünyasında artık Müslümanlara zarar veren bir yanı olduğu çok açık. Burada öfkenizin adresi, hedefi ne olmalıdır? Peygamberi gerçekten ne küçük düşürür, sahiden tahkir eder? Ben burada bütün paradigmanın alt üst olduğunu düşünüyorum. Taşların yeniden doğru oturabilmesi için başka tartışmalar yapmamız lazım. Kelime-i Tevhid bayrağının önünde tekbir getirerek insan kesmenin, yakmanın, tırnak içinde peygamberi tahkir edici boyutu bence her şeyin çok üzerinde. Bunun tartışılabilir yanı yok. Bu eylemi yaptığınız andan itibaren bütün insanlığın gözü önünde ya sizin inandığınız peygamberle ilgili bir sorun var, ya da sizin peygambere atfettiğiniz rolle ilgili sorun vardır. Bu konuda İlhami Güler’in Allah’ın Ahlakiliği diye bir kitabı var. Nasıl bir tanrıya, yaratıcıya inanıyoruz sorusuyla yüzleşerek dini ve İslamiyet’i önümüze koymamız gerekiyor.
Belgin Çelik: Hz. İsa da peygamber değil mi? Peki Hürriyet Gazetesi 1980 yılında, “Hz. İsa eşcinsel mi?” diye koca bir yazı yazdığında, Hristiyan alemi böyle kesmedi, asmadı. Biz hoşgörü diniyiz ama hoşgörülü davranmıyoruz. Kimsenin o zaman sesi çıkmadı. Çok ünlü bir tarikatımız var Türkiye’de. Hz. Muhammed’in koskoca rengi vardır orada.
Oya Özden: Anekdotu da alıp bu bölümü kapatıyorum arkadaşlar.
Bülent Durukan: İslam’da espri anlayışı var mı sorusuna ışık tutabilir. Bir hadistir, yüzde yüz emin değiliz ama. Bir gün peygamberimizle Hz. Ali otururken, hurma yiyorlardır. Peygamberimiz hurmayı yiyip çekirdeklerini Hz. Ali’nin önüne atar. En sonunda der ki, “Ya Ali sen ne kadar çok yedin”. O da der ki; “Ben en azından çekirdekleriyle beraber yemedim.” der. Kendi aralarında böyle neşeli insanlardır.
Oya Özden: Şimdi 5 dakika bir ara vereceğiz.
Berrin Sönmez: Bir şey söyleyebilir miyim?
Oya Özden: Ama bunun sonu gelmeyecek. Buyrun.
Berrin Sönmez: Hz. Muhammed çok hakarete uğradı sağlığında. Kendisine hakaret edenlere nasıl davrandıysa, bugün biz Müslümanlar, peygambere hakaret dediğimiz her şeye onun gibi davranalım. O her türlü hakarete gülümseyerek cevap verdi.
Yerel Konu: Ankara’da Ulaşım Sorunu
Oya Özden: Bugün konumuz “Ankara’da Ulaşım Sorunu”. Konuyla ilgili Ankara Ulaşım Dayanışması aramızda. Normalde bir kişinin konuşması gerekiyor ancak üç arkadaşımız üç farklı örgütten. Doğal olarak ilk söz haklarını onlara vereceğim. Ondan sonra en son sözü de burada uzmanlık alanı ulaşım olan eski belediyeci bir arkadaşımız var. Konuşmaları dinledikten sonra eksikleri tamamlayacak. Aynı sistem var; herkes konuştuktan sonra Aydın Bey de konuşacak.
Fulya İnci: Artık Ankara’da ulaşılmaz hale gelmemiz bu dayanışmayı oluşturmamıza neden oldu. Tüm inisiyatifler, forumlar, yakınmalar, küçük küçük hepimiz sorunları biriktirdik. Bazı muhtarlarımız da bu birleşmenin öncülüğünü sağladılar. İlk kuruluşumuz Eylül ayında Çayyolu Semt Meclisi’nde bir bilgilendirme toplantısı sırasında Ankara ulaşımının, özellikle metronun açılışından sonra trafiğin ne hale geldiğini bize gösteren sunuma dayanıyor. AUD’un önde gelen üç ismi var: Baro adına Cemalettin Gürler, Ulaştırma Uzmanı Erhan Uncu ve Ankara Şehir Plancıları Odası Şubesi Başkanı Emre Sevim var. Bu üçlüye çok şey borçluyuz ama arkalarında tabii ki bizleri toplamaları bizim için çok iyi oldu. Bileşenler giderek çoğaldık. 19 Ekim’de Ankara Şehir Plancıları Odası’ndaki toplantımızda ilk kuruluşumuz gerçekleşti, Aralık’ta bunu basın yoluyla duyurduk. Her şeyi hukuki olarak sürdüreceğimiz anlattık. Ulaşımı, insan hakkı olduğuna dayandırarak her şeyin hukuki zeminde yürümesini sağladık fakat biz direkt Büyükşehir Belediyesi’ni hedef almıyoruz. Onlara saldırmıyoruz, hakkımızı istiyoruz. Bizim söylemlerimiz talep doğrultusunda ilerliyor. Türkiye, Gezi olayından sonra katılımcılık, protest tavırlar konusunda yeni bir vizyon kazandı. Ben genel olarak AUD ile ilgili açıklamalar yapmak istedim. Ankara’daki forumları ve mahalleleri hareketlendiren bir hal aldı bu dayanışma. Belediyenin ve yukardakilerin bizi tanır bir yanı yok ama biz yolumuza devam edeceğiz.
Oya Özden: Bugün belediyeden gelmediler ama buradan çıkacak olan ulaşımla ilgili raporu alıp belediyeye ve mecliste ilgili vekile vereceğim.
Emre Çetiner: AUD’tan bireysel olarak katıldım. En son dün yaşanan bir Çayyolu Metro arızası vardı. Dakikalarca sürdü, insanların metronun yürünmeyecek kısımlarında yürüdüğü videoları paylaşıyor. Metroyla başlayan bir süreç olarak ortaya çıktı. Özellikle seçimden sonra artan bir sorun haline geldi; otobüslerin kaldırılması, ringlerle metronun tam olarak bağdaştırılamaması, başka eksiklikler, şu an trafiği de arttırdı. İnsanlar metro ve otobüsle ulaşamadıkları için arabalara tekrar yöneldiler. Metrodan medet umarken, arabası olmayanlar bile araba aldı. Dakikalarca otobüs gelmiyor, gelen dolu geliyor, sonrakini bekliyorsunuz. Bu sadece seçimde oy veren, vermeyen bölgeler değil her yerde böyle. Bize bazı bölgelerden şikayet geldiği düşünülüyor ama mavi masaya baktığımızda, kime oy verdiği belli olan Pursaklar’dan, hatta belediye çalışanlarından bile şikayet kayıtları var. Sorun belli bölgenin ya da siyasi görüşün değil Ankara’nın sorunu. Böyle bir dayanışmanın olması ve her görüşe açık olması güzel bir şey. Bize çok şikayet geliyor otobüs ve metrolarla ilgili. Bunları sayfamızda hem paylaşıyor hem de bunlara çözüm bulmaya çalışıyoruz. Belediyeden de talepte bulunuyoruz ama şu ana kadar cevap alabilmiş değiliz.
Emre Sevim: Ankara’nın en büyük problemlerinden biri ulaşım. Bir ortak tüketim ürünüdür. Buradan çıktığımız dolmuş, otobüs, metro, taksi ya da özel araçla evlerimize ulaşmaya çalışacağız ve hepimiz aynı yolu kullanacağız. Bu tüketim ürününü, hepimizin ortaklaştığı bir noktadan talep etmemiz gerekiyor. Bu da Ankara Büyükşehir Belediyesi’dir. Fakat Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin ulaşıma katkısı ne kadardır? Bunu hiç düşündük mü? Ego’nun verilerine göre Ankaray, Metrolar ve Ego ile Belediyenin Ankara ulaşımına sağladığı katkı yüzde 19. Dolmuşlar yüzde 33. Milyarlarca dolar servet harcanan metrolar yüzde 2-3’te kalıyor. Bir sorunlar silsilesi var, Ankara artık azmanlaşan bir beton yığını. 5,5 milyonluk bir kentin yönetilmesi zaten imkansız bir hal almıştır. Ülkemizde inşaat sektöründen gelen rantla ekonomimiz çevrildiği için Ankara ve İstanbul gibi rantı yüksek kentler azmanlaşmaya teşvik ediliyor. Bu noktada kimden ulaşımı talep etmeliyiz? Ankara Büyükşehir Belediyesi muhatabımız. Buna yönelik çalışmalar yapıyoruz. Bu sorun 20 yıldır, Melih Gökçek’ten beri var. Ankara nüfusu 2,5 milyondan 5,5 milyona çıktı. Buradaki ulaşım sorununun sorumlusu da kendisidir diye düşünüyorum. Ulaşım sorunu yıllardır bilimsel olmayan verilerle ve köprülü kavşaklarla çözülmeye çalışıldı. Dünyanın gelişmiş hiçbir yerinde köprülü kavşak kent merkezine bağlanmaz. Kızılay’da saatte 60-70- km hızlarla arabalar geçiyor. Kızılay’da bir ara yaya ulaşımı bariyerlerle tamamen kesilmeye çalışıldı. Böyle bir ulaşım anlayışı var. Tabii ki bu anlayış çöktü. Yol genişletmeler ve köprülü kavşaklar çöktü. Yeni arazilerde yeni yollar yapılma ihtiyacı duyuldu. Aynı hatalar yapılıyor. Bizler bilinçli tavır sergilemeliyiz. Çağdaş örneklerin neler gösterdiğini ortaya koyup buna doğru taleplerimizi yönetmeliyiz.
Oya Özden: Ulaşım dediğinizde sadece araçla ulaşım değil, yaya ulaşımına dair şeyler de yapıyorsanız, onları da paylaşırsanız sevinirim.
Emre Sevim: Zaten bileşenlerimizin içerisinde engellilerin, bisikletlilerin, yayaların ulaşamama gibi durumu da var. Kent merkezleri çağdaş örneklerinde yayalaştırılır. Maalesef kent merkezi Kızılay’da son 20 yılda 1 metrekare bile yaya ulaşımına açılmış bir alan yok. Meşrutiyet’e çıktığımızda yay a yolunda karşıdan karşıya geçmeye çalıştığımızda, genç, yaşlı, engelli, üst geçitleri kullanmaya itiliyoruz. İstenen şu: Tek başımıza teneke arabamıza binelim, kimseyle muhatap olmayalım, 80-90 km hızlarla işimize ulaşalım, oradan evimize ulaşalım, trafikte takılalım, radyomuzu dinleyelim bireyselleşelim. Ulaşım sorununu böyle aşmaya çalışalım. Bir taraftan da otomotiv sektörü canlansın!
Oya Özden: Bugün engelli örgütlerini de çağırdık. Aramızda Altı Nokta Körler Derneği var mı, yok değil mi? Bir tek onlar geleceklerini söylemişlerdi, onlar da gelmedi.
Berrin Sönmez: Doğma büyüme Ankaralıyım ve otomobil kullanamıyorum. Eşimin ya da çocuklarımın beni taşımasına ya da belediyenin görevi olan toplu taşımayı layıkıyla yapmasına muhtacım; birçoğumuz gibi. Ankara’da yaşadığımız toplu taşıma problemi, şehrin panoramasını da sürekli değiştiren köprülü kavşaklarla çözülemez. Radikal taleplerde bulunalım. Ego Genel Müdürlüğü ve Ankara Büyükşehir Belediyesi’nde var olan tüm makam araçlarının iptal edilmesini isteyelim. Bu adamlar da toplu taşımaya bir binsinler, taksiye binmeleri engellensin. O zaman eminim yaşadıkları sıkıntı nedeniyle toplu taşıma çare getirecek yaratıcı çözümler bulabileceklerdir. Mesela nasıl? Ankara tek bir eksen halinde toplu taşıma işini yürütmeye çalışıyor. Alternatif çözümler, papatyanın taç yaprakları gibi semtleri birbirine bağlayan toplu taşım ulaşım hatları oluşturulmak zorunda. Örneğin GOPT’tan Dikmen’e gitmek için ya özel araba gerekiyor ya da Kızılay’dan iki vasıtayla gidilebiliyor. Bu Keçiören, Etlik, Aydınlıkevler tarafı için de böyle. Semtler arasında birbirini bağlayacak alternatif hatlar, ana eksenin trafiğini rahatlatacaktır. Ben çok gençken, ilk defa bütün dolmuşçuların karşı çıktığı bir düzenleme yapılmış, Keçiören-Ostim dolmuş hattı açıldı. Dolmuşçular hiçbirimiz oraya gitmeyeceğiz diye birbirlerini yediler. Bu hat para kazandırmaz demişlerdi. Şu anda Ankara’nın en çok para kazandıran hattı.
Barış Buzluk: Eski bir rivayet de olabilir belki ama Cumhuriyet döneminde yollar çizilir, Atatürk’e gösterilir. Atatürk yolların daha büyük olmasını istediği zaman ona deli gözüyle bakılır. Ama şu an baktığımızda Ankara’da bir yol problemi var. Demetevler’e gittiğinizde yol bile bulamazsınız. Şehircilik ve plancılık kısmında bir eksiğimiz var. Metrolarda bir Ankara haritası vardır. Ne kadar uzun zamandır oradaysa artık; kağıt, camda olmasına rağmen sararmaya başlamış. Böyle olunca ulaşımın da iyi olmasını bekleyemeyiz. Okulların açıldığı hafta birçok otobüs ve dolmuş seferleri azaltıldı ya da iptal edildi. Tipik Türk sisteminde anlık çözümler üzerinde çalışılması, belki de ulaşımın en büyük sıkıntısı bu. Uzun vadeli düşünmek yerine, oy zamanı bu yolları yapalım, sonrasına bakarız mantığı var. Sadece Gökçek zamanında değil, öncesinden de bahsediyorum. Şehri yok edip yeniden yapamayız. Özellikle ulaşımda 12’den sonra araç yok, o ayrı bir sıkıntı. Araçların arttırılması bir çözüm yolu olabilir. Toplu taşıma araçlarının biraz daha kullanıma teşvik edilmesi amaçlı fiyatların düşürülmesi en fazla yapılabilecek şeyler.
Yıldırım Kaya: Hep karşı taraftan bekliyoruz, belediye bunları yapsa, parti, iktidar şunları yapsa. Yaya olarak biz ne yapıyoruz? Biz sağdan geçilir derken, soldan geçiyorsak; yürüyen merdivenlerde yürümek isteyenlere izin verelim derken müsaade etmezsek, özürlü asansörlerine zihinsel özürlü dediğim özürsüz arkadaşlar öncelikle biniyorsa, karşı taraftan da bir şey isteme hakkımız yok bana göre. Derneğim adına yurtdışı projelerine katılan biri olarak şunu görüyorum; ben yola adım attığında tüm arabalar duruyor çünkü orada yaya hakkı var. Neden benim ülkemde bu yok, bisiklet yolları toplu taşımayı özendirecek çalışmalar yok? Biz önce kendimizi yaya olarak eleştirmeliyiz. Metroda gece 23:00’ten sonra sıkıntı var, yetişemiyorsunuz kalıyorsunuz. Toplum olarak bunun önüne geçebilecek bir eylem ve etkinlik yapabiliyor muyuz? Birimiz yaparken birimiz seyrediyoruz, gülüyoruz. Onların güldüğünü görünce motivasyonumuz bozuluyor. Karşı taraf bunu bildiği için de kaygılanmıyor. Küçük millet meclisinin bir şekilde büyük millet meclisine taşınması ve orada ifade edilmesi lazım. Nasıl burada konuşabiliyorsak, rahatça gidip konuşabileceğimiz bir meclise ihtiyacımız var. Liderlerin konuştuğu, birçok kişinin alkışladığı bir zihniyetten uzaklaşmalıyız. Yoksa böyle yıllarca konuşup dururuz.
Hüseyin Küçükbalaban: Ulaşım temel bir insan hakkıdır. Yalnızca bir yerden bir yere taşınma işi değildir, komplike bir şeydir. O kentte, yönetim biriminde hizmet alan herkesi gören yani bütün kadınları, çocukları, engellileri, yaşlılarıyla ve yeşil alanlarıyla birlikte düşünmemiz gereken bir şey. Yazık ki ülkemizde insanlar o kadar çok hak ihlaline uğruyor ki, başta yaşam hakkı, vücut bütünlüğünün bozulması, işkence gibi. Kimse bir otobüs saatinde gelmediği için İHD’yi aramıyor. İşkence, cezaevine atılma, kötü muamele gibi sorunlarla arıyorlar. Dün misafirlerimi otogara almaya gittim. Saat 05:30; bir insan kalabalığı var anlatılmaz. Metro, otobüs, minibüs; hiçbir şey çalışmıyor, insanlar 06:00’yı bekliyor. Herkes kendi içinde tepki gösteriyordur ama sorunu yaşayanlar olarak otobüs şoförlerine ya da görevlilerine söylüyoruz ama bunun yolu bilinçli yurttaş olmaktan geçiyor. Günlerce otobüslere, metroya binmeyelim. Özel aracımızla geçtiğimiz duraklardan insanları aracımıza alıp yardımcı olmak gibi bir davranışımız da yok. Bireycilik ve bencillik içindeyiz. Kamu otoritesinde ve yerel yönetimlerde bunu istemek en doğal hakkımız ama bunu elde etmenin de bireysel tepkilerden ve örgütlü bir toplum olmaktan geçtiğini de unutmamak gerekiyor.
Nilgün Nazilli: Ulaşım hakkı engellenemez diye bir slogan var. Çok güzel engelleniyor ama ne yapıyoruz, ne yapmalıyız, nasıl yapmalıyız? Çayyolu’nda oturuyorum ve ulaşımdan en fazla dertli olanlardan biriyim. Daha önce evimin oradan otobüsle Çankaya’ya gidebildiğim halde, şu anda üç vasıta değiştirmek zorundayım. Zamanımdan ve paramdan çalınıyor. Metro istasyonlarına “kaygan zemin” diye levhalar koymuşlar, kar yağdıktan sonra metroya girdiğinizde düşmemek için adımlayarak gitmelisiniz; hangi akla hizmet yerlere granite benzer bir şeyle döşeniyor; sonra bizi uyarıyorlar. Birçok metro istasyonunun yürüyen merdivenleri ve asansörleri çalışmıyor. Metronun ne zaman nerede bozulacağı belli değil. Birçok kez yolda yürürken engelli olmadığıma şükrediyorum. Sıkıysa Cinnah’tan Kızılay’a kadar kaldırımlardan yürümeye çalışın, kaldırım bitiyor. Yolda yürürken yaralanan arkadaşlarım var, ben de dahil. Bütün bunlar için sağlığımız, zamanımız ve paramız çalınıyor, hakkımız engelleniyor. Biz Çayyolu Platformu olarak toplandık ve metronun orada protesto gösterisi yaptık, basında da yer aldı. Ama hiçbir sonuç alamadık. Nasıl sonuç alacağız? Meral Hanım’la birlikte geldik; Şeyh Banga Bandhu Mucibur Rahman Caddesi adından bir caddeden geçtik. Metrodan inenler evlerine ulaşabilmek için yollardaydı. Sadece Çankaya, Ankara’nın adını bile bilmediğim semtlerinin nirengi noktası Koru Mahallesi oldu. Şunlar tespit edilmiş: Çevre kirliliği had safhada. Çöp bidonu yok, kullanma alışkanlığı da yok. Oralardaki sitelerde hırsızlık vakaları arttı. Gününün alakasız saatlerinde kokoreççi, köfteci, çiçekçi metro çıkışında. Yan kesicilik had safhada. Ulaşım hakkından geçtim, yaşam hakkınız engelleniyor.
Semih Dikkatli: 18 yaşındaki köpeğim, evdeki 13 kediyi ve diğer köpeği de örgütleyip Pati Partisi kurmuş ve trafikle ilgili de çözüm önerileri sunmuş; okuyunca etkilendim. 1. Şehir merkezindeki tüm kamu binalarını boşaltacağım, şehir dışına taşıyacağım. 2. Makam ve hizmet araçlarını satacağım. 3. 30 yaşından büyük evleri yıkacağım, yerine parklar yapacağım. 3. Kızılay’daki işyeri olacak binaların yıkımını sağlayıp, yaya alanları yapılmasını sağlayacağım. 4. Üst ve alt geçitleri kanunsuzca yapılandıran Melih Gökçek’in karşısına onu yıkacak bir aday çıkaracağım. 5. Şehir içindeki acil travma merkezleri dışında tüm hastaneleri ve lüzumsuz otelleri şehir dışına taşıyacağım ve buralara metro ulaşımı sağlayacağım. 6. 00:00’dan sonra trafik isteyenlere, bizlere saygı göstereceklerine söz verirlerse otobüs koyacağım7. Köpek gezmeleri için park alanları yapacağım, oralara köpeklerin kakalarının alınması için naylon poşetler koyacağım. 8. Çocuk parklarındaki kedi tuvaletlerinde çocukların oynamasını yasaklayacağım.
Nilgün Nazilli: Küçük bir ek yapabilir miyim? Hem platform hem de muhtarlıkla alakalı olduğum için… Koru metro istasyonunda tuvalet bulunmuyor ve oradaki yolcuların çoğu Koru muhtarının kapısını çalıp tuvaletinizi kullanabilir miyiz diyorlar. Belediyeye müracaat edip buraya tuvalet yapın denildiğinde belediyenin cevabı; güvenliği sağlayamayız, kusura bakmayın o nedenle yapamayız.
Belgin Çelik: Bizim Avrupa seviyesine gelmemiz ancak 100 yıl sonra olur herhalde. Ben yaya kaldırımında yürüyemiyorum. Polis bana en son, “Al eline beysbol sopasını vur parçala” dedi. Arabalar yaya kaldırımını işgal etmiş durumda. Yaşlı bir amca geçenlerde caddeden yürümek zorundaydı. Neredeyse minibüs çarpacaktı; zaten yürüyemiyor ben tuttum adamı. O dolmuşçular zaten en büyük lanet insanlar. Terör ya da Vandalizm olsun bunun adı; artık tükürüyorum. Yakında yatak odamıza da girecekler.
Yıldırım Kaya, Mahmut Konuk: Nefret söylemi yok.
Belgin Çelik: İstanbul’da boya sürüyorlar artık. Ya o adamcağız ölseydi. İki damla gözyaşı; suçlu yine o adamcağız olacak, ana caddeden yürüyor çünkü. Trafik polisi diyor ki; böyle hususlarda 62 TL ceza yazıyorum, gerisine karışamıyorum. O da haklı. Körler için yol yapılmış güya; bir sağa bir sola gidiyorlar; trajikomik. Suç gene bizim. Biz sivil toplum örgütleri gövde gösterisi yapmadığımız sürece daha çok Melih Gökçek’ler gelir.
Meral Güler: Çayyolu’nun metro sorunu büyük. Ben araç kullanıyorum ama çocuklarım bu sorunu yaşıyor. Mavi otobüs denen bir otobüs var. Bu otobüsler kimindir, acaba Melih Gökçek’in mi? sorunlar Çayyolu, Eryaman, Sincan’da da var. Ulaşımın sorun olmasının nedenlerinden birisi bence kentleşme. Evimin arkasındaki İncek Yolu daha önce villa arazisiydi. Evimin arkadaşına 32 katlı dört tane bina yapıldı. İncek Yolu tamamen bitti ve çok katlı binalar yapılmaya başladı. Şu anda bile o yol gidilecek durumda değil. Bu binalarla çok uğraştım, bana dediler ki “Çok uğraşma, arabanın lastiği patlayabilir, şu olabilir, bu olabilir. Ankara’nın bir numaralı mafyası Melih Gökçek’tir, kincisi de İskender Çolak diye bir adammış. Bunlar, onun binalarıymış. Beni belediyeden arayıp buraların kentsel dönüşüm içerisinde olduğunu söylediler. Buranın dörtte birinin Gökçek’e verildiği söyleniyor. Biz dayanışma içinde olmalıyız. Ben aynı zamanda Çankaya’nın Kent Kadın Konseyi’ndeyim. Geçen sene kadın dostu kentler konulu uluslararası bir panel yaptık. Bunları duyurduk herkese, hiçbir sonuç alamadık; bir teşekkür bile almadık.
Enver Önder: Ankara’da ulaşım sorunu da rantçı anlayışa kurban edilmektedir. Raylı sistem kasıtlı engellemelere karşın lastik tekerlekli ulaşımdan daha yoğun ve kısa sürede taşıma yapabilmektedir. Özellikle 10 yıl önce açılan Batıkent metrosu iyi bir örnektir. Yeni açılan Batıkent-Törekent arası metrosuyla Kızılay-Çayyolu metrosu kasıtlı olarak iyi şekilde devreye sokulmamış, gerekli bağlantıları yapılmamış ve bu yakınmalar bundan ileri geliyor. Raylı sistem çağımızın en iyi taşıma sistemi. Aynı zamanda kamusallığa da yatkındır ancak rantçı kafa yapısı nedeniyle kamusal raylı sistem özendirilmiyor. Sözgelimi bir yıla yakındır açık olan metro, Batıkent’ten Törekent’e bağlantılı değil aktarmalı gidiyor; bu aktarma yeni sorunlar yaratıyor. Törekent ile Çayyolu arasında kalan bir yığın yerleşim yeri, ulaşımdan yararlanamıyor oysa Kızılay’dan Batıkent’e giden metro, ring yaparak Törekent’ten dolaşıp diğer yerlerden de geçerek Çayyolu’ndan Kızılay’a dönse, Kızılay’dan Çayyolu’na hareket eden metro, aynı ringi yaparak Batıkent üzerinden Kızılay’a dönmüş olsa, bu bile ulaşımı ciddi anlamda rahatlatır, raylı sistemi özendirir, insanların kişisel otomobillerine gereksinimi azalacağından ana arterlerdeki trafiği rahatlatır. Örgütlü bir hak arayışı içerisinde olmak, hak arayanlara hiç değilse saygılı davranmak suretiyle belki bir adım olmasa bile ayak attırırız.
Mahmut Konuk: Genelkurmay Kavşağı’nın açıldığı tarihi hatırlıyor musunuz? Oraya ilk kazma vurulduğunda Şehir Plancıları Derneği’nin açıklamasını dün gibi hatırlıyorum. Eğer bu cehalet değilse, cinayettir demişti. Bunlar ideolojik yaklaşıyor, gelişmelere karşılar dediler. Dernek bu planının başarıya ulaşamayacağını, trafiği tıkayacağını söyledi. 20 küsur yıldır Gökçek’in yaptığı ranta dayalı; alt geçitler, üste geçitler, fıskiyeli havuzlar… Başka bir icraatı yok. Yoksul kitleleri kandırmak için kömür ve yardım da dağıtıyor. 30 yıl önce 100. Yıl’a biri Ulus’tan diğeri Güvenpark’tan iki tane otobüs hattı çalışıyordu; son araç 00:10’da Ulus’tan kalkıyordu. Bir yıl öncesine kadar bu 23:10’a düştü, Güvenpark’taki araç ortadan kaldırıldı. Ayrıca ekspres seferler de ortadan kalktı. Geldiğimiz noktada metro ile ulaşım imkansız hale geldi. Ulus’tan 100. Yıl’a gitmek için üç araç kullanmak zorundayız. En az bir saat sürüyor. Çayyolu ya da Batıkent’ten Kızılay’a geliş 22:30’da son buluyor; Kızılay’dan gidiş 23:10’da son buluyor. Kızılay’dan giden aracın karşılığındaki servis aracı 22:00’de bitiyor; yani Söğütözü’ne bindiniz, ortada kalıyorsunuz. Böyle bir felaketle, Melih Gökçek’in rant ekonomisiyle karşı karşıyayız. Son yıllarda bir toplum projesi dayatılıyor aslında. Yoksullar sabah nazamıyla kalksın, namazını kılsın, işe gitsin, akşam eve gelip otursun, uyusun, sosyal hayat bitsin. Bu, toplumsal yaşama da müdahaledir, işin bu boyutunu unutmamak lazım. Ne yapabiliriz? Kızılay’ın göbeğini işgal eden beton bariyerleri ortadan kaldıranlardan biriyim.
Göksu Günay: Gelirken halk otobüsüne bindim. Orada da buradaki gibi bir ulaşım sohbetine şahit oldum, ben de katıldım. 65 yaşındaki bir kadın kartını göstererek ücret ödemek istemedi. Muavin “Bize böyle bir yazı göndermedi belediye, ödemelisiniz” dedi ve tartışma başladı. Devlet eğer sosyal devletse, belediye ve halk otobüs hatta minibüslerde de bu uygulanmalı. Kadın çok bilinçliydi; muavin numara verdi, kadın aradı. Halk otobüsündeki emekçiler de konuşmaya başladılar. Herkes Melih Gökçek’ten yaka silkiyor. En iyi ulaşımın raylı sistem olduğu, Ankara’da ulaşımın çok zor olduğu konuşuldu. Halkımızın böyle düşünmesi güzel, kimse sessiz kalmadı. Ankara’da ulaşımın çok kötü olduğu konusunda herkes hemfikir. Ulaşımın da yaşam hakkı kadar hak oldupu ve sosyal devletin bunu yapması gerektiği konusunda mutabık kaldılar. Bu arada petrol fiyatlarına da geldi; geniş çaplı bir konuşma oldu.
Oya Özden: Şimdi sizlerin de onayı olursa; sivil toplum temsilcisi olmakla beraber belediyecilikte özellikle ulaşım konusunda mesleki kariyeri olduğu için Mahmut Bey’e 6 dakika söz vermek istiyorum.
Mahmut Emin Avcı: Vedat Dalokay zamanında Ankara Belediyesi’nde çalıştım. 1973’ten bu güne Ankara Belediye hakkında çalışmalarım var. Ankara Belediyesi’nin 1973 – 2015 çalışmaları ile ilgili çalışmalarım var. Arkadaşlar güzel öneriler getirdiler. Şehircilik projesi yerinde bir deyim. Kedi ve köpeklerini konuşturarak somut öneriler sunan arkadaşa katılıyorum. Bundan 15 yıl önce Melih Gökçek’in ilk yıllarında bir kadın arkadaşın çok güzel bir esprisi var, onunla başlayacağım: “Salonun penceresinden baktığı zaman güzel bir parkla, yeşil bir alanla karşı karşıyayım; her akşam yattığımda kuşkuya düşüyorum; acaba yeşil parkım yerinde duruyor mu? Sabah kalktığımda ilk işim perdeyi açıp dışarı bakmak. Yeşil alanım yerinde duruyorsa, şükrediyorum tanrıya, Melih Gökçek buraya binayı dikmemiş diye”. Bizim ulaşım sorunumuz belediyenin diğer sorunlarından ayrı değil. Özellikle imar planı ve imardaki kentsel dönüşümde büyük rant var. Şehrin muhtelif yerlerinde daha önce yeşil alan olan yerler, imar tadilatıyla binaya dönüştürülüyor. Bunun birçok örneği var. Sincan’daki gölet yerindeki imar değişikliği, Balgat Çiğdem Mahallesinde yapılanlar ve daha birçokları… Yeşil alanlar konutlara dönüştürülüyor. Sorun nüfusun bir yerlerde yoğunlaştırılıp ulaşımın yetersiz hale getirilmesidir. Siz Korukent’e, Çayyolu’na metrolarla gidip gelemiyorsanız, bunun en büyük nedeni oradaki yeşil alanların azaltılmasından kaynaklanıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından gelişmiş ülkelerde büyük bir özel otomobil ihracı başladı. Az gelişmiş ülkelere dayatıldı ve bizde de 1950’lerden sonra ithal arabalar furyası başladı. Bu öyle bir furya ile geldi ki beraberinde tüm dünyada da teknolojinin gelişimiyle bir kent göçü başladı; içgöç. Ankara’ya göçlerimiz 1960’lar sonunda yaşandı; nüfusun yüzde 77’sini taşradan gelen gecekondular oluşturmaya başladı. Altyapı ve ulaşım yetersiz hale geldi. 1969’da Ekrem Barlas döneminde ulaşım sorunu ele alınarak; ilk metro planı yapıldı. Fakat bunun ütopik olduğunu gören Barlas,(ekonomik nedenlerle) Kızılay’ın göbeğinde alt çarşı yapmaya kalktı. Vedat Dalokay seçimlerde aday olduğunda ilk söylemi; “Seçilirsem orayı kapatacağım çünkü Ankara’nın metro istasyonudur orası…” demiştir. Metro ile ilgili ilk ciddi projeyi Dalokay yaptı. Melih Gökçek’in ulaşım ile ilgili hiçbir ciddi projesi yoktur; diğer yaptığı işlerin Belmek, Beltek vs. projeleri de kendisine ait değildir. Geçmişteki başkanların belli bir aşamaya getirdiği projelerdi bunlar. 1984’e kadar belediyeler muhtariyetti. Bütçeleri yoktu, gelirleri yoktu, projeler hayata geçirilemiyordu. Hatta İzmir, Sakarya, yüksel, Selanik caddelerinin yayalara kapatan da Ali Dinçer’dir 1978’de ve dedi ki “Kızılay, trafiğe kapatılsın, tamamen yayalara açılsın.” 2014’e geliyoruz, Melih Gökçek Kızılay’ı yayalara kapatıyor. Özel otoların az gelişmiş ülkelere girişi hala var. Alınan otomobillerin kullanımı için merkezi alanlarda otomobillerin girişini özendirici yollar yapacaksınız. Alt geçitler, üst geçitler yapacaksınız. Burada yapılması gereken, meydanlara yol vermek yani Kızılay’ı meydan haline getirmek. Kentlerde merkezi alanlar, insanların nefes aldığı yerdir. Buralarda nefes alamıyor, kaldırımlarda birbirinizle çarpışıyorsanız, yolun karşısına geçmeniz için engeller varsa; o kentte boğulursunuz. Otomobilleri özendirmeyen yollar yapmak ve toplu taşımaya yönlendirmek lazım. Arkadaşların söylediklerine tekrar olmasın diye sözlerimi burada bitiriyorum. Saygılarımla…
Aydın Şimşek: Ankara’da ulaşım sorununu kendi hayatımdan doğru paylaşacağım. Ben Demetevler’den Demirtepe’ye metroyla geliyorum. Neler yaşıyorum? Demetevler’de metro bekliyorum, bazen 8 dakikayı buluyor, beklediğim metroya binemiyorum kalabalıktan. Çoklukla böyle oluyor. Hasbelkader bindiğimde de her zaman olmamakla birlikte 2-3 dakika kapı kapanmıyor. Bekliyoruz. Kapı kapanıyor; ama teknik arıza nedeniyle bizi bekletiyorlar ve doğal olarak işe geç kalıyorum. İki yıl önce 40 dakika beklediğimi biliyorum. Misafirim vardı, Sakarya’daydım. 23:30 olarak biliyorum ulaşımın son saatini ama 23:00 imiş; kaçırdım ve kendi yöntemlerimle çözmek zorunda kaldım. Demek ki erişilebilir ve sürekliliği olan bir şeye ihtiyacımız var. Cebinizde paranız yoksa sıkıntılısınız. Önce kağıt kart kullanıyorduk şimdi akıllı kart sistemi getirdiler şimdi. O da ilkel geliyor bana. Haftalık, aylık gibi bir uygulamanın olması gerekiyor ki ücret avantajından yararlanalım. Pahalı yolculuk ettiğimizi düşünüyorum. Gelişmiş ülkelerde bu çözülmüş durumda. Kaliteli, ucuz ve erişilebilir bir ulaşıma ihtiyacımız var. Bunlar aynı zamanda insan odaklı, engelsiz, çevreye duyarlı ve sürekliliği olan bir şeye ihtiyaç var. Bu, politik bir taleptir aynı zamanda. Mandela’yı Mandela yapan Afrika Ulusal Komitesi’nin ilk eylemi otobüslere binmeme eylemiydi. Ne yapacağız sorusunu şöyle yanıtlıyorum: Sözümüzü inatla yeniden söyleyeceğiz. Sokak bizim diyoruz ya, oralarda olmadığımız sürece politik bir uygulamayla karşı karşıyayız.
Oya Özden: Arkadaşlar, süremiz dolmak üzere. Ben son sözü Şehir Plancıları Odası başkanına vermek istiyoruz. Burada söylenenlere ek yapmak ya da dikkat çekmek istediği şeyleri paylaşırsanız sevinirim. Bu arada ben de geçen hafta Ulus’a giden bir otobüse bindim ve Opera’nın önünde şoför, “İnin, burası son durak” dedi. Hiç kimse niye diye sormadan indi otobüsten. Ben de işle ilgili telefonda görüştüğümden soramadım, herkesle birlikte indim ve Ulus’a yürüdüm. Avrupa’da ulaşım çok pahalı aslında. Bunları karşılaştıran bir çalışma yapıldı mı?
Emre Sevim: Avrupa’da hemşeri anlayışı var. Biz oraya gittiğimizde bize pahalı ama aylık uygulamalarla aslında uygun ve toplu taşıma teşvik ediliyor. Kent merkezlerinde otopark ücretleri çok yüksek. Bazı geçiş noktalarında ücret uygulaması var. Avrupa’da hemşerilik ilişkisi üzerinden ulaşım pahalı değil. Biz gidince turist olarak pahalı yararlanıyoruz ulaşımdan. Buraya dönersek… Burada sosyal hayatımıza ket vuruluyor. Bu, belediyenin bilinçli olarak uyguladığı bir şey. Avrupa’da bazı kentlerde öğrencilerin aylık kartlarıyla beş kişiyi yanlarında taşıma hakkı var. Bizim AUD’taki katılımlı toplantılarımız da böyle işliyor. Ankara’nın genel olarak sorunu sermayeci bakış açısıyla kent yönetimidir. Bir toplantıda bir abimiz şöyle demişti: Metrolar çağdaş ulaşım aracıdır; metro açıldıktan sonra dünyanın hiçbir yerinde ulaşım bu kadar felce uğramamıştır. Metronun açılmasından memnun olan var mı aranızda? Batıkentliler de memnun değil, işleyen metro saçmasapan bir hal aldı, metro saatleri geri çekildi, diğerleri de aynı şekilde. Bu, bilinçli bir politika. Ben de 100. Yıl’da oturuyorum. Rasyonel bir vatandaş için toplu taşıma ya da kamusal hizmeti kullanmak saçma hale geliyor. Ulaşım hizmetine belediyenin yüzde 19 olan katkısı giderek aşağı çekilmeye ve mesele piyasaya açılmaya çalışılıyor. İstanbul’da da şu anda metroların karlılığı, 8 yılda yeni bir metro hattı yapmayı sağlıyor. İstanbul Ulaşım A.Ş. kuruldu zaten, muhtemelen 3-5 yıl içinde özelleşecek. Oradaki de “Ben yaptıktan sonra özel sektöre devredeceğim” mantığı. Melih Gökçek meselesi ayrı bir konu, dünya belediyeciliğinde örneği yok muhtemelen; piyasacılığı da aşmış bir uygulama. Ankara’da ulaşım sorunu imarla birlikte çalışan bir mesele. Toki Turkuaz Ankara’ya 30 km mesefade, oraya belediye otobüs veriyor, hepimizin vergileriyle oluyor bu. Kentin yayılması ve ulaşım hizmetinin ve kamusallığın gitgide zarar görmesi söz konusu. Gökçek sonra Ego’nun zarar gördüğünü söylüyor. Aynı hatta 5 milyon liraya plakalar satılıyor. Böyle bir ilişki var. tüm bunlar özel sektöre yer açmak ve kamusal hizmeti yok etmek için hazırlanan şeyler; belediye sorumluluktan vazgeçiyor. Dolmuş gelmeyince hepimiz şoföre küfrediyoruz ama küfretmemiz gereken yer kamusal hizmeti sunması gereken kişiye.
Meral Güler: Tüm bunlar toplumsallaşmayalım diye yapılıyor. Aynı zamanda kadınlar evde oturmasıyla da alakalı. Çünkü 23:00’den sonra paranız varsa taksiye binip gidebiliyorsunuz ama bir kadın bunu yapamıyor. Geç saatte arabayla evime giderken, bir sürü maganda sıkıştırıyor. Bir saatten sonra aydınlatmaların azalması, otobüslerin azalması gibi faktörler, kadınların da dışarda olmaması için özellikle yapılan uygulamalar diye düşünüyoruz.
DEĞERLENDİRME
Genel gündem konusu “ İslam ve Terör, Avrupa’da Yükselen İslamofobi” yerel gündem konusu ise “Ankara’da Ulaşım Sorunu” olan toplantı video sunumu ile başladı. İlk bölümde sivil toplum örgütleri ve ardından siyasi parti katılımcıları genel gündeme ilişkin 3’er dakikalık konuşmalarını yaptı ve bölümün sonunda soru-cevap kısmına geçildi. İkinci bölümde yerel gündem konusuna ilişkin olarak ilk söz hakları, Ankara Ulaşım Dayanışması’ndan gelen üç konuşmacıya verildi. Bu bölümde ulaşım konusunda uzman olan eski bir belediye çalışanı olan STÖ temsilcisi, katılımcıların da onayıyla 6 dakikalık bir sunuş gerçekleştirdi. Toplantının sonunda Ankara ulaşım Dayanışması bileşenlerinden Şehir Plancıları Odası Ankara Şube Başkanı, tüm konuşmacıların aktardıklarını da değerlendiren ve soruları yanıtlayan bir konuşma gerçekleştirdi. Toplantıya katılması beklenen CHP İstanbul Milletvekili, bir gün öncesinde çıkan bir program nedeniyle toplantıya katılmadı. IMC TV’den iki kişi toplantıyı takip etti.
SİVİL TOPLUM İLE İLETİŞİM
332 sivil toplum kuruluşuna e-mail ve telefon yoluyla duyuru yapıldı.
DEĞERLENDİREN KİŞİ
Ankara kMM Hamalı Nagihan Konukcu