TARİH: 19 Mart 2012
YER: Üsküdar Belediyesi Bağlarbaşı Kültür Merkezi
EV SAHİBİ KURUM: Üsküdar Belediyesi
KONUŞMACILAR: İbrahim Kaboğlu-Cezmi Ersöz
KONU: Yerel Yönetimler, Şeffaflık
MODERATÖR: Melis Tantan
KATILIMCI SAYISI: 10
GİRİŞ VE HOŞGELDİNİZ KONUŞMASI: Melis Tantan
Cezmi Ersöz: Bu ülkede insan haklarına saygılı, düşünce özgürlüğüne saygılı, can ve mal güvenliğimizin olduğu ve buna inandığımız, halkın hukuka güvendiği hiçbir dönemi hatırlamıyorum. Halkımız, Kürdüyle Türküyle Arabıyla onlarca yıldır bu otoriter yönetimler tarafından aşağılanıyor, hırpalanıyor. Önümüzde ki anayasa süreci bizim için ekmek su kadar önemli.
Bu halkın emeğini çalan, alın terini çalan, özgürlüğünü çalan askeri vesayet sadece biraz olsun geriletildi. Askeri vesayet kalkmış olsaydı Uludere katliamı çoktan çözülmüş olurdu. Bütün bu korkulardan kurtulmak istiyorsak anayasanın tamamen askeri vesayetten arınması lazım. Kürt meselesi bütün acımasızlığı ve dehşeti ile önümüzde duruyor. Sadece askeri vesayet değil bizim sırtımızda ki kambur, yıllarca bu hayatı bizlere zindan eden hükümetin, bürokrasinin tüm kurumlarının radikal bir şekilde elden geçirilmesi lazım.
İbrahim Kaboğlu: Bizim sistemimiz Avrupa devletlerindeki uygulamalara göre çok fazla merkeziyetçi. Ne kadar çok merkeziyetçi olursa, demokrasi de o kadar az oluyor. Bu açıdan konunun iki boyutu var. Bu çerçevede, merkeziyetçi olması daha az demokrasi, milli egemenlik kavramına daha çok vurgu yapılması anlamına geliyor. Bizde cumhuriyet anayasaları 1921 anayasası dışında, halk egemenliği kavramına kapalı genellikle milli egemenliği vurguluyor. Milli egemenlikte temsili yani Ankara’ya gönderdiğimiz kişiler biz sizin adınıza istediğimizi yaparız anlayışına onları götüren bir yaklaşım. Hele çoğunluğumuz varsa o zaman millet bize bu yetkiyi verdi kimse bize karışamaz görüşünün öne çıktığı bir anlayış. Halk egemenliği ise daha çok doğrudan demokrasi yollarına açık olan bir egemenlik anlayışı. Bugün kanun teklifi sadece, ya meclis üyeleri verebiliyor ya da hükümet yasa tasarısı hazırlayabiliyor. Ama birçok Avrupa devletinde halk da yasa önerisinde bulunabiliyor. İşte bu halk demokrasisi, halk egemenliği anlayışı bu bakımdan bu tür demokratik açılımlara daha yatkın bir kavram. Yeni anayasada biz egemenlik kavramı üzerine düşünmek zorundayız ve bu 19.yy.dan miras aldığımız egemenlik anlayışını daha bir halk egemenliğine doğru açmamız gerekiyor. Bunun yanı sıra demokrasinin yerelde ortaya çıkması yani yurttaşa yakın olan mekânda ortaya çıkması demek; bireylerin yurttaşların yaşadığı yörelere ilişkin temel kararları kendilerinin alması, bu kararlardan haberdar olması, bunlara katılabilmesi dışlanmışlar ise yargı yollarına başvurabilmesi demek. Bu bakımdan bizde de işte Karadeniz’deki HES’ler den Erzurum köylülerinin kendi yörelerinde vadilerinde yapılmak istenen HES inşaatını durdurma girişimine kadar görüyoruz ki yerel yok bizde. Karar veren Ankara’dır. Yaşam mekânı insanların kendi iradelerini, kendi karalarına bırakılmayan bir alandır. Egemenlik artık sadece çağdaş devletlerde başkentte ortaya çıkan kavram değil ülke geneline dağıtılmış bir yetkidir. Özellikle çevre alanında şehircilik alanında doğanın korunması alanında bu böyledir. Yerel yönetimler Türkiye’de sürekli dışlanan horlanan ikinci plana atılan merkezin vesayeti altında tutulan birimler olarak görülüyor. Devlet biçimi bakımında Türkiye’ye yakın olan, Türkiye’nin örnek alabileceği Fransa var. 22 bölgeye ayrılmış idari nitelikte şehircilik konusunda çevre konusunda insanların yaşadıkları mekânlara ilişkin temel kararlar konusunda, kendilerine danışılmadan kararlar verilemiyor. Bunun geliştirilmesi, Avrupa Birliği süreci bakımından da önemlidir. Çünkü Avrupa 250 bölge olarak düşünülüyor, Türkiye olsun olmasın. Bu Avrupa’da demokrasinin geliştirilmesi ve demokrasinin başkent dışına kaydırılmasının bir gereği olarak düşünülmekte. Bu açıdan Avrupa Birliğinin mahalli idareler ajansları, yerel yönetimler, bölge kalkınma ajanslarıyla devlet planlama teşkilatının hazırladığı projeye göre Türkiye’nin 26 bölgeye bölünmesi aslında bu açıdan isabetlidir ve yeni anayasa sürecinde bunların tartışılması gerekiyor. İşte bu çerçevede Avrupa Birliğini bir kaldıraç olarak almamız gerekiyor. Türkiye’de eğer demokrasiyi geliştirmek istiyorsak bizim tek ölçütümüz Ankara olmamalı. Eğer Ankara olursa demokrasiyi ancak bugünkü kadar kurabiliriz. Şöyle bir kaygı var bizde, biz Türkiye’yi bölgelere ayırırsak o zaman etnik temele dayalı ayrışmalar ortaya çıkar, bu zaten Kürtlerin istediği bir şeydir dolayısıyla Türkiye bölünür. Bu kaygının haklı nedenleri şu ya da bu biçimde yok değil. Ama genellikle şunu karıştırıyoruz, gerek Kürt kesimlerde gözlediğim gerek diğer çoğunlukta gözlediğim şu; mahalli idareler, yerinden yönetimler veya bölgesel yönetimler yani belli yörelerde demokratik yapının pekiştirilmesi Kürt sorununa indirgenebilecek olan bir tercih değil. Çünkü Avrupa’da gördüğümüz gibi ekonominin gerekleri kamu hizmetinin gerekleri planlama ilkeleri demokratikleşme gereği öne çıkan alanlardır ama bunlar vesilesiyle yerelleşme güçlendirildikçe farklı etnik akımlarda kendilerini ifade etme olanağını buluyor. Bu açıdan Kürt sorununun çözümüne de katkıda bulunabilecek bir yapıdır. Ama tabi ki bunu biz sadece anayasal kurumları yeni anayasal düzenlemeleri yeni anayasal kavramları tek konuya indirgenmiş kavramlar olarak düşünmemek durumundayız. Bütün olarak düşünmek durumundayız. Biz buna kurallar ve kurumlar yanında fren ve denge mekanizmaları diyoruz. Yani yeni anayasayı yapabilirsek eğer onu anayasal fren ve denge mekanizmaları çerçevesinde düşünmemiz gerekir. Bilgi edinme hakkı, kararlara katılım ve sonuçta yargı yoluna başvurma hakkı şeffaflığın temel ilkeleridir. Bunların önünü anayasa kapatmıyor. Nasıl ki%10 baraj uygulaması temsili demokrasi kuralını sıfırlıyor ise ve anayasaya aykırı bir durumsa birçok konu ya yasadan kaynaklanıyor ya da uygulamadan kaynaklanıyor. Anayasa konusundaki temel engeli kabul ediyorum zaten 20 yıldır bu uğurda çalışıyoruz ama anayasaya giden yolları da gerçekçi olarak saptamaz isek eğer, anayasaya iyi kurallar koysak da anayasayı yine bizler aynı zihniyeti uygulayacağına göre hayal kırıklığına uğrayabiliriz.
Emre Kaya: Ülkenin 26 bölgeye bölünmesi, ülkenin parçalanmasını sağlar mı? Benim fikrim ülkenin parçalanacağı yönündedir. Yerel yönetimler bunlara hazır değil. Belediyeciler olarak elimizdeki işleri imar işleri-çöp toplama vs. doğru düzgün yapamazken üstüne fazladan yük bindirilmesi anlamsız.
İbrahim Kaboğlu: Tabi bu konu yeni anayasa sürecinde temel kırılma halkalarından biridir. Bu bakımdan çok yönlü bakmak gerekiyor. Gerçekten Türkiye’de çöp sorunu açısından bakıldığı zaman Türkiye’nin büyük kısmı yerel yönetim hizmetlerinin dışındadır. Türkiye’nin%50’si orta çağda yaşıyor.
Yerelliğin veya bölgeselliğin geliştirilmesi risksiz değil. Ama bütün sorun acaba bugünkü yapımı daha sorun çözücü bir yapı, yoksa bu şekilde oluşturulacak yerel birimler mi? Bölgeler birden çok ili kapsamına alan birer yerinden yönetim birimi, bölge konseyleri seçiliyor. Bölge konseyi, kendi başkanını seçiyor ve tüzel kişiliklere sahip. Devlet merkezden bölge valisi gönderiyor ve devletin bölgelerin kalkınma planlarına göre yapacağı yardım sürecinde devlet adına hareket eden bölge valisi temsil ediyor devleti. Dolayısıyla Fransa’da, İtalya’da, Portekiz’de, İspanya’da böyle güçlü bir eğilim var. Öte yandan ben de Türkiye’nin birliğinden bütünlüğünden yanayım. Kesinlikle parçalanmanın özgürlükler açısından bize fazla bir şey getirmeyeceğini çok şey kaybettireceğini düşünüyorum. Ama tabi ki bunu düşünürken özgürlüklerden kaçmamız gerekiyor. Yani çağdaş anlamda insan haklarının gereklerinin ne olduğunu yüksek sesle birbirimizden çekinmeden korkmadan anlatabilmemiz gerekir.
Cezmi Ersöz: Önemli olan fiziksel parçalanma değil, önemli olan ruhsal parçalanma, psikolojik kopuş. Bunu yaşıyoruz çoktan da bunun içerisindeyiz. İlla sınırlar bölünmüş bölünmemiş bu önemli bir şey değil. Ben de bu ülkenin bütünlüğünden yanayım. İki ayrı devlet olursa iki faşist devlet olur.
Taksimde yaşıyorum. Taksim meydanı düzenlenecekmiş. Trafik kaldırılacakmış, yer altı geçitleri yapılacakmış. Bana sordun mu kardeşim? 30 yıldır ben orada yaşıyorum. Kanun çıktı 3.köprü yapılıyor. O yöredeki insanlar sormuyor.
Ahmet Arslan: Türk toplumu bir geçiş süreci yaşıyor. İktidara her gelen bir sarhoşluk yaşıyor. Aydınlarımızın, toplumların birbirlerinden zarar görmeyeceklerini anlatmaları gerekir. Yerel yönetimler, partiler riyakâr, şeffaflık yok.
Adem Çevik: Bizim bir milletvekilimiz yok. Onlar genel başkanın seçtiği vekiller. Partiye kayıtlı insanlar kendi partisinden aday olacak insanları seçebilmeli, bir ön seçim olmalı. Ankara’dan seçilen kişiyi kimse tanımıyor. Muhtarlık seçimi gibi olabilir. Baraj olmamalı. En aykırı fikrin bile mecliste temsili olmalı.
İbrahim Kaboğlu: %10 barajı temel bir konu çünkü demokratlık sınavı. Ben bu kürsüden %10 baraj korunmalı desem, bir anayasa profesörü nasıl tutup da %10 barajını savunur demokrasi adına, diye beni protesto edip çıkmanız gerekir. Adayların belirlenmesi konusunda tamamen haklısınız. Bu dar çerçevelerin kırılması gerekiyor.
Adem Çevik: İki meclis var. İl genel meclisi bir de belediye meclisi. Belediye başkanı bir kaymakama itiaat etmek zorunda kalıyor. Kaymakamlıkta, valilikte kalkmalı.
Ahmet Arslan: Belediye başkanı seçildiği anda, ben artık herkesin belediye başkanıyım der. Ancak öyle mi olur orası şüpheli. İdeolojik yaklaşım, belediyelerde olmamalı. Ankara’da olan zihniyet yerel yönetimlere de sirayet ediyor.