Yer : Antakya Ticaret Ve Sanayi Odası
Tarih : 08.01.2011
Katılımcılar:
a. Dernek, Vakıf ve Girişimler:
Akdeniz Kültür ve Dayanışma Derneği (Mevlüd Oruç-Yönetim Kurulu Üyesi)
Antakya Çevre Koruma Derneği (Celal Yahyaoğlu – Yönetici)
Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Hatay Şubesi (Sezer Portakal – Yönetici)
DKB-(Mithat Sultani-Yönetici)
DOM-Der (Mustafa Karabulut-Başkan)
Hatay Üniversite Öğretim Elemanları Derneği (Nurettin Çolak – Yönetici)
İnsan Haklarını Araştırma Derneği- İHAD (Mehmet Salmanoğlu- Yönetici)
İnsan Hakları Derneği (Mithat Can – Başkan)
Mazlum-Der (Ahmet Hamdi Ayan- Başkan)
Mülteci İnisiyatifi (Lümeys Dede- Girişimci)
Ortadoğu Kültür Merkezi (Nazlı Güzel – Yönetici)
b. Meslek Odaları
Elektrik Mühendisleri Odası (Adnan Orukoğlu-Yönetici)
Hatay Barosu (Hüseyin Cihat Açıkalın – Yönetici)
Harita Mühendisleri Odası (Kenan Kantarcı- Yönetici)
Hatay Tabip Odası (İbrahim H. Şeyhioğlu –Yönetici)
c. Sendikalar
–
Katılan Milletvekilleri:Milletvekili katılımı olmadı
Belediye Başkanları:Belediye Başkanı katılımı olmadı.
Mesaj Yollayanlar:Mesaj yollayan olmadı.
Moderatör:Fikri Sağlar – Eski Kültür Bakanı
Gözlemciler:Gözlemci katılımı yoktu.
Diğer Katılımcılar:
Yrd. Doç. Dr. Şenol Adıgüzel
Doç. Dr. Yahya Kemal Avşar
Prof. Dr. Ercan Enç
Ar. Gör. Ünal Arslan
Sadettin Paşa
M. Şerif Sarıkaya
Mehmet Tahiroğlu
Aziz Özdişçi
Ulvi Güleç
Hasan Açıkalın
İbrahim Yaman
İsmail Güzelmansur
Yılmaz Özbay
Didem Kutlu
Niyazi Aslan
Zeki Yunus
Hatice Can
Medya:
Antakya Gazetesi – Cemil Yıldız
Atayurt Gazetesi – Arzu Günal
Hatay Kent Gazetesi – Tamer Yazar
Onuncu Köy Gazetesi – Halit Basık
Onuncu Köy Gazetesi – Besim Altunöz
Özyurt Gazetesi – Ali Yolcu
Günışığı Gazetesi – Sonay Yolcu
HRT (Hatay Radyo Televizyonu) – Ümit Kanmış
Konular:
1. Genel Konu : İki Dillilik, Özerklik?
2. Yerel Koonu : Antakya Büyükşehir Olmaya Hazır mı?
Konuşulanlar:
Ekrem Dönmez: Bu toplantılara başladığımızda bu toplantıları Antakya ve Türkiye henüz bilmiyordu. Bu toplantılar 33 ile yayıldı. Biz sizleri çağırırken diyoruz ki lütfen önyargılarınızı dışarıda bırakın. Toplantılarımızın ana esasını önyargılar giremez oluşturuyor. Biz ciddiyetimizi ve kararlılığımızı hiçbir zaman bozmadık. Kimi zaman 3 kişiyle de olsa konuklarımızla moderatörlerimizle bugüne kadar taşıdık yine devam ediyoruz ve kararlılığımızı burada sizlere ve basın mensupları aracılığıyla paylaşmak istiyorum. Kararlıyız bu toplantılara sürekli devam edeceğiz ve bize söz verenlerin bizim gibi sözlerini tutarak bu toplantılara katılımını bekleyeceğiz. Bu toplantılara bildiğiniz gibi birçok zahmetle dışarıdan moderatör getirdiğimiz oluyor. Toplantı salonunu doldurmaktan öte katılması gereken kurumsal katılımcıların bulunması esas önem oluşturan sorun. Bunun yanında tabi milletvekilleri de belediye başkanları da öncelikli olarak olmalı. Basından hep şunu istedik ve her zaman istiyoruz lütfen ayıbımız varsa gizlemeyin. Halının altına süpürmeye çalıştığımız hiçbir şey yok. Görüyorsunuz milletvekilleri gelmemeye devam ediyorlar. Bu bir yana bize katılma sözü veren kurumlarımız bütün çağrılarımıza rağmen gelmemeye devam ediyorlar. Milletvekili tarafını gördüğünüz gibi STK katılımı taraflarını da görün. Moderatorlerimizi dışarıdan çağırırken ilginin daha çok olacağını düşünüyorduk ama maalesef bu da olmadı. Nedense bir türlü milletvekillerinin gündemine oturtamadık bu toplantıları. Biz önyargılarımız dışarıda bırakıyoruz ama bu toplantılara karşı devam etmesin. Yeni yılda kMM’lerini kavgalardan arındırılmış meclisler olarak sürdürmek istiyoruz. Aramızda eski kültür bakanımız Sayın Fikri Sağlar var. Bu toplantıları desteklediğini ilan eden kişiler arasında yer alıyor. Fikri Bey’e çok teşekkür ediyoruz.
Fikri Sağlar: Bazı önemli olaylar yaşandığı anda çok fazla farkına varılmaz ancak aradan zaman geçtikten sonra ne kadar önemli olduğu ortaya çıkar. TKMM olarak adlandırılan kentlerde bulunan insanların parlamenter demokratik sistemde seçmiş oldukları vekilleriyle ve yerel yöneticileriyle bir araya gelerek düşüncelerini aktarabilmek, fikir alışverişinde bulunmak ve kente-kendi yaşantılarına yön vermek, ülkenin yönetimine katılabilmek adına önemli bir platform. Vekil ve müvekkil arasında bir buluşma olduğu ve kimse kimsenin yerini dolduramayacağı, önyargısız bir aile fotoğrafı içerisinde, her türlü düşüncenin konuşulabileceği ve bu düşüncelerin karar altına alınmayıp, sadece zenginleşme doğrultusunda, yeni düşünceler ortaya çıkabilmesi doğrultusunda inşa edilmiş. Bu nedenle ben milletvekili olsam bu toplantılara kaçırmadan katılırdım. Çünkü Türkiye’deki Siyasi Partiler ve Seçim Yasası halkla yönetenleri buluşturan yasa değil. Seçim Yasası ve Siyasi Partiler Yasası aslında oligarşik siyasi partilerin organlarının belirlediği temsilcileri halka dayatmasından başka bir şey değildir. 1991 yılında bizimde içinde bulunduğumuz bir dönemde yani 12 Eylül sonrasında tercihli oy sistemi getirilmişti. Bir seçimde kullanılıp sonra kaldırıldı. Orda işte toplumun ciddi bir şekilde milletvekilini seçebilme ve daha sonra denetleyebilme, milletvekilinin de kendisini seçen yurttaşla doğrudan iletişim kurabilme yöntemi ortaya konulmuştu ama olmadı. Ben 1998 yılında arkadaşlarımla birlikte bir yasa teklifi verdim. Şöyleydi; her ilin milletvekili sayısının iki misli miktarda siyasi partiler aday önerecekler, yurttaşta hangi partiye oy verecekse o partinin üzerinde sıralı olan 20 kişinin içerisinden örneğin Hatay’da 10 milletvekili seçiliyorsa 10 milletvekilini belirleyecekti. Ona işaret koyacaktı. Bu şöyle bir anlayışı getirecekti. Bir kere siyasetçi milletvekili adayı olabilmek için partisinin ilkelerine bağlı olması ve partisi adına çalışması gerekiyordu 20 kişinin arasına girebilmesi için. Partinin programına, tüzüğüne sahip çıkan bir çaba göstermesi gerekiyordu. İkincisi, kendisini asıl seçecek olan yurttaştı. Dolayısıyla yurttaşının arasından hemşerisinin arasından hiç ayrılmayacaktı ve parti-yurttaş arasındaki ikilemde de yurttaştan yana tavır takınacaktı. Eğer böyle bir sistemle Türkiye seçimini yapmış olsa parlamenterlerini ve belediye başkanlarını belirlemiş olsa bu salonda yer bulamazsınız. Çünkü o kentin yöneticileri vekilleri asıl kendilerini seçen insanlarla yan yana gelmeyi sizden daha fazla arzu eder. Kendilerini anlatabilmek ve sorunları çözebilme doğrultusunda bir yarış içerisine girer. Bundan demokrasi, ülke, kentler, hem de beldeler çok ciddi bir şekilde yarar görür. Bunları umarak bekleyerek demokratik açılımın bir gün tam bütün kurum ve kurallarıyla oluşacağını düşünerek hepinize tekrar iyi günler diliyorum.
Mevlüd Oruç: Ülkemizde iki dillilik ve yerel yönetimlerin bütçelendirilmesi anlamında özerklik sadece Kürtlerin veya sadece bir bölgenin ihtiyacı değildir. Bütün ülkemizin ihtiyacıdır. Ülkemizin ve devletimizin insanlık suçu işlememesi için iki dillilik ve merkezi yetkilerin yerellere aktarılması, âdemi merkeziyetçilik konusunda özerklik konusunda atması gereken ciddi adımlar vardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin Arap-Alevi alevi vatandaşı olarak kendi yaşantımızdan yola çıkarak bu konuda yapılması gereken görevlerin bir kısmını kendimce ifade etmeye çalışacağım. Ülkemizde ana dilde bir kırım yaşanıyor. Ben ilkokula başladığımda bizim kuşak ilkokula başladığında Türkçe bilmezdi. Biz Türkçeyi okulda öğrendik. Fakat şimdiki çocuklar okula başladıklarında Arapça bilmiyor. Bu 12 Eylül darbesinin sonucudur. Evet, resmi dilimiz Türkçe. Türkçe en güzel şekilde konuşulmalı, öğretilmeli, öğrenilmeli buna hiç kimsenin itirazı yok. Fakat Türkçe bilsin veya bilmesin ana dilde hizmet almak vatandaş için bir haktır. Ana dilde hizmet vermek devlet için zorunlu bir görev olmalıdır. Ülkemizde insanın ırkçı bir uygulamayla karşılaşması doğduğu günden başlıyor ölene kadar devam ediyor. Bir çocuğu nüfusa kaydederken orada başlıyor sorun. Yaşadığımız yerlerin isimleri Türkçeleştirildi, Türk diline uygun yapıldı. Orijinal isimlere dönüş yapılmalı, tabelalar iki dilde yazılmalıdır. Bu sadece bir bölgenin talebi değil bende talep ediyorum. Bana göre Hatay ismi uyduruk, suni yaratılmış bir isim. Bu ilin adı Antakya’dır. Sunumda Kılıçlı-Urganlı deniliyordu köy isimleri için. Mesela Samandağ, mesela bizde koyunlu, kuşlu, tekeli isimler verilmiş köylerimize. Kuşalanı, Koyunoğlu, Tekebaşı uyduruk isimler. Bunların orijinal isimleri var. Bizimle alay mı ediliyor. Yani Türk diliyle vereceksen bile doğru dürüst isim ver. Bütün etnik kimliklerle ilköğretimden itibaren Türk olsun olmasın. Türküm doğruyum çalışkanım, Ne mutlu Türküm diyene yalanı söyletiliyor. Bütün bunların göz önünde bulundurulmalı. Özerklik konusunda ise Türkiye artık 1920’lerin Türkiye’si değil. Bütün yetkilerin Ankara’da toplanmasını ve yerellere güvenmemeyi kompleks olarak görüyorum. Buna son verilmelidir. Mevcut durum zaten anti demokratik, zaman ve para israfına neden oluyor. Eğitim yerel yönetimlere bırakılmalı AB uyum yasaları gereği olarak Ankara yetkilerinin önemli bir kısmını yerellere devretmek zorundadır. Sanırım sorunların önemli bir kısmını AB uyum yasaları ile çözeceğiz. Son olarak ana dilimizin öğretilebilmesi için eğitim dili olması şarttır. Eğitim dili olmazsa o dil zamanla köreliyor yok oluyor.
Mehmet Salmanoğlu: Türk dili edebiyatı öğretmeniyim. Ana dilim Arapça. Bu memlekette Türkçe öğretmek gibi bir görevim var. Ben dünyada ana dil eğitimi ile ilgili kısa eklemelerde bulunmak istiyorum. Dünyada 6000 kadar dil olduğu ve 200 ülkede konuşulduğu tespit edilmiş durumda Papua-Yeni Gine’de 850, Nijerya’da 420, Kamerun’da 270, Zaire’de 210 Solomon Adalarında 66, Avustralya’da 250, Hindistan’da 380, Endonezya’da 670 farklı dil konuşulmaktadır. Bu ülkelerin hiçbirinin bölündüğünü görmedik. Çin bugün dünyanın en büyük ekonomisine sahip ve dünyanın devi olarak gördüğümüz Çin’de 140 farklı dil konuşuluyor ve burada 1984 yılında ulusal azınlıkların bölgesel özerklik yasası diye bir yasa çıkarılıyor ve bu yasayla bazı bölgelere özerklik verilirken o bölgede hangi dil konuşulmak isteniyorsa o bölgeye devrediliyor. Yine Güney Afrika hepimizin yıllardır Mandelayla andığımız, ırkçılığın en yüksek yer olduğu olan Güney Afrika 1993 Anayasasıyla İngilizce ve kendi yerel dillerinin yanı sıra 9 farklı kabile dilini resmi dil olarak kabul etmiştir ve bugün orada barış var. Daha önceki yüzde 5’lik beyaz azınlığın egemen olduğu ırkçı dönemde kan-kaosun olduğunu hepimiz biliyoruz. İsrail, Hindistan, Finlandiya, Gürcista, Singapur, Yeni Zelanda’da da aynı örnekler var. Birde Türkiye’de 1927 ile 1965 yılları arasında yapılan nüfus sayımlarında vatandaşlara hangi dili konuşmak istediği sorulmuş bu kayıtlarda var ama 1965’ten sonra bu yok. Ama biz biliyoruz ki Türkiye’de Türkçe dışında Kürtçe, Arapça, Çerkezce, Ermenice vb. dillerin konuşulduğunu biliyoruz. Hatay’ı bir medeniyetler kenti olarak tanıtırken buradaki dillerin, mesela Arapçanın yaşaması çocukların bu dili öğrenmesi, konuşması, dilin geliştirilmesi ya da anadilde eğitim yapılması bu şehrin bir renkliliği olarak devam etmez mi ? Eğer bu dil yok olursa gelecek kuşaklar konuşmazsa, acaba medeniyetler kenti diye övündüğümüz o görüntüyü yok etmez mi ? En basitinden bugün Ortadoğu’ya açılan bir kapıyız biz. Arapçanın ne kadar önemli olduğu ki kurslar açılıyor ve eğitime bu alanda ilgi olduğunu görüyoruz. Buradaki çocukların Arapçayı öğrenmesinin bir sakıncası olabilir mi? Ayrıca buradaki köy adları Türkiye’nin değişik yerlerinde olduğu gibi değiştirilmiştir. O köy adlarının iade edilmesi gerekmektedir. Ana dil bir zenginliktir. İnsan diliyle vardır. Bundan dolayı anadilimizin Türkiye’yi böleceğini asla düşünmüyorum. Tam aksine bu konuda bizim imzaladığımız sözleşmeler var. Bunların uygulamaya geçirilmesini istiyorum.
Ahmet Hamdi Ayan: Ana dil konusunda iki arkadaşın söylediğine ekleyecek bir şey yok. Gerçeği ifade ettiler. Fakat ben bir Türk olarak bize de yapılan asimilasyondan bahsetmek istiyorum.100 yıl önce yazılmış bir mektubu ya da bir gazete haberini okuyan bir kimseye uzman denen bir ülkede yaşıyoruz.100 yıl önce ne yaşanıyor ne bitiyor öğrenemiyoruz. Neden alfabemiz değişmiş, dilimiz değişmiş? Dil devrimi dediğimiz şeyin aslında Türkçeyle alakası yoktur. Yeni bir toplum yaratma endişesi ve hedefiyle ortaya çıkan kültürel bir soykırım yaşanmıştır. Ülkemizde bu tek parti döneminde hani bu 10 yılda 15 milyon genç yani yeni her şeyiyle yeni, dilinden müzeye kadar her şeyi değiştirilmiş müthiş kültürel bir soykırım yaşanmıştı. Ülke bölünürmüş, bölünmezmiş toplumsal olaylarda böyle determinist olaylar yoktur. Bu bizim sorunumuz değil. Bir insanın kendi dilini konuşması, yazması o dilde mecliste konuşması çok temel bir haktır. MGK değil kim söylerse söylesin bu bir ayıptır. Temsilci, millet meclisinde Kürtçe konuşmazsa orası milletin meclisi olmaz. Bu toplumun bileşenlerinden bir tanesi Kürtlerse Kürtçede konuşulacak bundan çok daha doğal bir şey yok. Bölünme bizim sorunumuz değildir. İnsanlık her türlü idealden, ilkeden önce gelir. Bunun için koyulan sınır çirkindir ayıptır. 40’lı yıllarda İsmet İnönü Antakya’yı ziyaret eder ve bakar ki Şıh köyü ayıp arkadaşlar der Şıh köyü olur mu? Kalkar köyün adını Şenköy olarak değiştirir. Bu ayıbın üzerinde hiç durmayız. Bunun yanında 28 Şubat döneminde çok utanç verici bir şey daha olmuştur. Adamın soyadı şeyhoğlu bir okul yaptı kayıtlardadır. İlk kez duyduğunuz için tuhafınıza gidecektir şeyhoğlu olmaz Şehoğlu ilköğretim okulu olarak değiştirildi. Bu hepimizin ayıbıdır. Sonra birileri masa başında bir takım isimler yazmışlar. Kapısuyu ya bu köyün adı Kebusiye, Ermeni köyü. Ben öz ve öz Türk’üm ama bir Ermeni köyünün adının silinip Türkçe uyduruk bir ad yazılmasını ret ediyorum. Benim köyümün de iki tane ismi var. Buda çok büyük bir ayıp. Yani bir toplumu şöyle özetlersek bir toplumu toplum yapan insan yapan değerler, birtakım ilkeler adına tecavüze uğramıştır. Kardeşlerimizin dilini bölünmeme adına yasaklıyoruz. Bana göre İngilizce okullardan kaldırılmalı, yerine zorunlu dil olarak Kürtçe konmalı.
Mithat Can: Elbette iki dili savunacağız. Arkadaşlarda bunları söyledi. Ana diliyle eğitim gören bir öğrenci, başka bir dille eğitim gördüğünden çok daha üstün bir başarı gösterir. Özerklik olayı zaten bir demokrasi sorunu, ben daha çok demokrasi üzerinde durmayı düşünüyorum. Demokrasiyi geliştirdiğimiz oranda zaten sorunları çözmek durundayızBizim öncelikle yapmamız gereken toplumu örgütlemektir. Kendi örgütlü toplumumuzda demokrasi yaşam biçimini kavrayıp o değerler uğruna mücadele vermemiz olasıdır. Bunu sağlayabildiğimiz oranda demokratik haklarımızı kullanma durumumuz olabilir. Ulusların kaderlerini tayin etme hakkı BM ilkesidir. Egemenlerin gördüğü Marksist Leninist bir ilke değildir. BM; İkinci Dünya Savaşından sonra ırkçılığın tırmanması, faşizmin yükselmesi sonucunda ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı gibi bir ilke koymuş şimdi. Biz hem demokrasiyi ilke ediniyoruz, hem uluslar kendi haklarını talep ettiği zaman bastırmaya çalışıyoruz. Şimdiki hükümette biraz daha adım atıyor. Kürtleri tanıyor, hakları var diyor. Ama benim verdiğim kadar var diyor. Örneğin devlet ve devlet kurumu TRT Kanal 6’da Kürtçe yayın yapma hakkını veriyor ama DTP ya da başka biri istediğinde bu suç sayılıyor. Çifte standart var. Demek ki demokratik hak verilmez alınması gerekiyor. Mücadele vermemiz gerekiyor. Demokrasi-bölünme olayında çok paranoyak bir şey var. Demokrasi bölmez. Demokratik haklar kullanıldığı oranda insanlar birbirini daha iyi tanıyacak ve herkes diğerinin hakkına daha saygılı olacak. O zaman yurttaşlık ne kadar büyüyorsa yerine getirecek o zaman bölünme olmaz bütünleşme olur. Çünkü bu ülke hepimizin ülkesi, ülkemizi seviyoruz, sevdiğimiz oranda da birbirimizin hakkına saygılı oluruz. Bu lafla olmuyor tabi. Bunun için mücadele etmemiz gerekir. Son MGK toplantısında devletin üst düzeyi cumhurbaşkanı başkanlığında toplanıyor tek ulus tek devlet tek millet gibi bir şeyler söyleniyor. Bakıyoruz ki daha sonra Diyarbakır’a gidiyor farklı şeyler söyleniyor. bir şeyi inandığımız kadar söyleyelim. Söylüyorsak da arkasında duralım. Bu demokrasiyi uygulamakla olasıdır. Son zamanlara baktığımızda zulümden başka, polis teröründen, hatta yargı terörüne dönüşen uygulamalarla karşılaşıyoruz Demek ki bu demokrasi sorunudur. Demokrasiyi de halk kurar. Yukarıda birileri kurmaz. Halk kendi örgütlülüğünü kuracaktır. Kendi örgütlenmesine sahip çıkacaktır.
Fikri Sağlar: TkMM’lerin güzel bir web sayfası var. Zaman zaman güncellenmiyor ama oraya girebilirsiniz. Tabi çok zor imkânlarla yapılıyor. Dolayısıyla toplantı özetlerini de o web sayfasında sunuyorlar. Oradan Hatay toplantısındaki konuşmaları da önümüzdeki zaman içerisinde bulabileceksiniz.
Sonay Yolcu: Aslında çok dillilik elbette ki kültürdür. Bu ayrımcılığı yapan ise devletin kendisidir diye düşünüyorum. Sonuç olarak bu ülkede doğuyorsunuz, aileniz, kendi kültürü ve etnik yapısıyla yetiştiriyor, sonra ilkokul çağıyla beraber farklı bir dille karşılaşıyorsunuz. Orada çocuk zaten farklı şeyler algılıyor eğitimle sizin verdiğiniz eğitim arasındaki bocalamayı yaşıyor. Onun dışında baktığınız zaman devlet sizin etnik kökeninize bakarak üniversiteyi kazanıyorsunuz. Gençler askere gidiyor etnik kökeninizden kaynaklı devletin belirli kurumlarında belirli bir seviyeden sonra yükselemiyorsunuz. Kürt ya da alevi sizin etnik yapınızdan düşüncelerinizden kaynaklı sizi belirli bir yere kadar taşıyor sonra size yasak koyuyor. Gerekçesi bu olmuyor belirli gerekçeler sunarak bunu yapıyor. Bir dil yok oluyorsa o toplum kesinlikle yok olmaya mahkûmdur. Hatay demek istemiyorum Antakyalıyım Arap Alevisiyim. Dilimiz gerçekten asimilasyona uğradı. Şehirde çok bariz bir şekilde, köylerimizde ise biraz daha iyi. Ana dil ya da dillerin bir ülkeyi böleceğine inanmıyorum. Şu an resmi dilimiz Türkçe ama okullarımıza yabancı dilleri rahat konuşabiliyoruz ama anadilimizden o kadar korkuyoruz ki. Baştakiler bile ülkeyi bölme gibi bir kaos yaratıyor ve insanları çok farklı yerlere kaydırıyorlar. Ülkede demokrasinin olmamasından kaynaklı bir sürü olmaması gereken şeyle karşılaşıyoruz. Bu ülkede insanlar her gün farklı bir gündemle uyanıyor. İnsanların beyni gerçekten ciddi anlamda bulandırılıyor. Bir sorunu çözmeden bir sabah uyanıyoruz haber dinlerken bakıyoruz ki ülkenin gündemi değişmiş. O kadar düzenli bir şekilde değiştiriliyor ki artık takip etmekte bile zorlanıyoruz.
Kenan Kantarcı: Ben konuşulanların aksine dünyanın çok dilliliğe değil tek dilliliğe gittiğini düşünüyorum. İş yaşantımızda dünya dili olan İngilizce kullanılmakta. Bunu göz ardı etmenin imkânsızlığı var. İngilizce bilmeyen bir insanın uluslararası bir çalışma yapması, bir projede yer alması mümkün bile değil. Bundan dolayı çok dilliliğin aslında bir ülke dili olarak kullanılması konusunda biraz tereddütlerim var. Mevcut olan kültürümüzle, kullandığımız dille, kültürümüz arasındaki ince çizgiyi ayırt etmek lazım. Kullandığımız dil bizim kültürümüzü yok etmeyebilir. Kültürümüzü korumanın dernekler ile olabileceğini düşünüyorum. Aksi takdirde eğer çok dillilik ülke genelinde kullanılmaya başlanırsa aramızdaki iletişimsizliğin artacağını, bir takım problemlerin doğacağına inanıyorum. Bu kültürlerimizin yok edilmesi anlamını taşımamalı. Kültürlerimiz eğer dernek yapılandırmaları ve bu tür çalışmalar sağlam bir şekilde yapıldığı ve devlet tarafından desteklendiği zaman herkesin kendi kültürünü koruyabileceğini, herkesin kendi toplumu içerisinde konuşmakta olduğu ana dilini öğrenebileceğine inanıyorum. Bundan dolayı dünya dili olan İngilizce eğitiminin daha ağırlıklı olması, diğer her toplumun kendi dilinin dernekler aracılığıyla yaşatılması gerektiğine inanıyorum.
Lümeys Dede: Türkçe bilmediği için okula gelmek istemeyen çok öğrenciyle karşılaştım. Bu çocuğun anadilini bırakıp okula geldiği zamanki ilk travmadır. 38 yıllık sınıf öğretmeniyim Arapça konuşulan bölgenin yanı sıra Kürtçenin yoğun olduğu yerde de görev yaptım gerçekten bu bir travmadır. Yani annesinden öğrendiği dilden başka bir dille yüz yüze gelmesi, bu travma biraz zor aşılır. Belki hepinizin komiğine gidecek ama 1952 de kendi yaşadığım bir olayı anlatayım Aknehirde ilkokuldayken yerli malı haftası kutlanıyor öğretmen bütün meyve ve sebzeleri çıkarıp bu ne diye sorarken tabi fasulyeyi bildiğim için hemen parmak kaldırıp fasulye dedim ve zannediyordum ki her şeyin yanına ye’yi eklersek Türkçeleşecek. Elmanın yerine mesela tıffahiye dersek Türkçeleşmiş olur ve baktım birleştirilmiş sınıfta olduğu için bütün sınıflar gülüyor. Ben hemen çantamı aldığım gibi eve kaçtım ve bir yıl okula gitmedim. Hayatımın bir yılına mal oldu. Anneme bunlar benimle alay etti ama niye alay etti bilmiyorum dedim. Daha sonra öğretmen oldum ve Türkçe öğretmenime Arapça bilmediğimi ispat etmek için o kadar çok kitap okumuşum ki bir gün baktım edebiyat öğretmeni beni çağırıyor en fazla kitap okuyan senmişsin ve ödül aldım. Nerelisin kızım dedi tabi Samandağlı olduğumu söyleyemiyorum. Korkumdan Armutlu Mahallesinden dedim ama daha betermiş. Ben aynı yanlışı yapmamaya çalışıyordum. Yani korka korka geçen öğrenciye lütfen korkma bak ben de Arapça biliyorum diye elinden tutarak annesiyle de Arapça konuşarak sınıfta öğrencilerin bu korkularını aşmasına yardımcı oldum ama dönem dönem veliyle neden Arapça konuşuyorsun buna hakkın yok diye bir iki tane soruşturma geçirdim. Böyle bir serüvende Doğu’ya da gittim. Keşke Kürtçe bilip o çocuğun elinden tutup bak korkma ben senin öğretmeninim, annen yarısı sayılırım diyebilseydim. Burada dilin önemi çok. Hele o yaş grubunda yani 7–10 arasında. Devletin korkmaması lazım yani iki dil dört dil ben bunu renk olarak düşünüyorum. Diller de böyle olsun. Benim oğlum anlattıklarımdan yola çıkarak Arapça konuşmuyor. Annem çekti ben çekmeyeyim düşüncesiyle bir dil yok oluyor. Almanya’da bana Türkçe konuşmayacaksın dilini keserim deseler isyan ederdim. Ben Tek bayrak belki ama tek dil olmamalı. Türkçeyi seviyorum ama dilimin unutulması beni kahrediyor.
Sezer Portakal: 1980 sonrası jenerasyonu olarak Lümeys öğretmenimiz gibi anılarımız yok bizim. Ama travma dediğimiz daha farklı şeyler var. Ülkemizde derinleşen bir ayrışma hissediyorum ben. İnsanların inançlarından, dillerinden, yaşadıkları yörelerden kaynaklanan bir ötekileştirme var ve bu ötekileştirme son zamanlarda ne yazık ki bir siyasi yönetim metodu olarak kullanılıyor. Bu anlamda hepimiz bir miktar muzdaripiz sanırım. Bugün bütün konuştuklarımızın kaynaklandığı anlayış şekli bu. Öncelikle demokratikleşme dediğimiz zaman insanlara insani muamele göstermek gerektiğini düşünüyorum. Siyasilerin sürekli karşılarındakine parmak sallayıp höt höt dedikleri yönetim biçimlerini terk etmek gerektiğini düşünüyorum. Çok dilliliğe gelince ben iki dillilik değil çok dillilik demek istiyorum. Çünkü gündemde olan şey içine diğer yerel dillerin katılması gereken bir problem olarak düşünüyorum. Çok dillilik yerelde çözülmesi gereken bir problem. Ben de eğitimciyim ve okullarda yerel dillerin yerel kültürlerin okutulması gerektiğini düşünüyorum. Şu anda 8. sınıflarda halk kültür diye bir ders var bu ders müfredatının içi doldurularak yerelde çözümler sunabileceğini düşünüyorum. Ayrışmaya, ötekileştirmeye meydan vermeden hatta tamamen siyah beyaz değil de ara renklerin olduğu çözümler uygulanmalı. Ortak bir şemsiyeye ihtiyacımız var. Türkçe korunmalı, geliştirilmeli, yerel diller içinde Türkçe renk olarak görülmeli. Türkçe öğretmenliği mezunuyum. Dilin korunmasıyla ilgili hassasiyetimiz var tabiî ki. İngilizce de dünya dili olarak öğretilmeye devam edilmeli. Ülkenin dışarıya açılan bir penceresi var dolayısıyla dil problemi çok fazla ajite edilmeden, çok fazla ayrışmaya neden olmadan yerelde sadece Kürt vatandaşlarımızın değil, bizlerinde diğer tüm halkların dilerini öğrenebildiği ortamlar oluşturulması gerekiyor. Nerede dilim orada elim ilkesini unutmamalıyız. Onun için yaşadığımız coğrafyalarda kendi dillerimizi yaşatabilmek için kendi dilimizi konuşturmaya devam etmeliyiz. Ama Türkçeyi de bir kenara atmamalıyız.
Mithat Can: Türkçe resmi dildir. Tabii ki öğrenilecek, öğretilecek, yazışmalar onunla yapılacak ancak dillerin yaşatılması anlamında, eğitim hakkı anlamında, insan hakkı anlamında ise çocuğun ana dilde eğitim görmesi durumunda daha başarılı olacak, kendi kültürü ile yoğunlaşmış olayları daha iyi dramatize edecek, daha iyi anlayacak onun için ana dilde eğitim diyoruz. Seçmeli ders şeklinde olmasının çok şey değiştireceğini zannetmiyorum. İnsan hakları savunucusu olarak, eğitimci olarak ana dildi eğitim diyoruz. Nasıl ki Bulgaristan’da yaşayan insanlarımız için nasıl ki anadilde eğitimi talep ediliyorsa, Türkiye’deki farklılıklarında kendi eğitimlerini ana dilde görmesi gerekir.
Nazlı Güzel: Ben ülkemizin trajediler ülkesi olduğunu düşünüyorum. Alevi topluluğuna mensup bir insanım bu anlamda birkaç noktanın altını çizmek istiyorum. İlkokula adım attığım gün ben tek kelime Türkçe bilmiyordum ve kendi ana dilimi okul kapısında bırakıp sınıf girdim ve hiç bilmediğim yeni bir dille tanıştım ama ne yazık ki bu bana bir zenginlik katmadı. Neden sonra bir varmış bir yokmuş dercesine Türkçe verilirken kendi ana dilimin benden alındığını ilkokulu bitirdiğim anda fark ettim. İki dil bilen biri değildim artık. Türkçeye asla karşı değilim Türkçe bu ülkenin resmi dilidir. Ama dil ülkeyi bölecek politikası hayat geçirilirken aslında tek dil dayatılarak mesela ben Arap bir insan olarak ben bölünüyorum. İnsan olarak ben bölünmüş oldum. Çünkü Arapça düşünüyorum Türkçe konuşuyorum ve hatta şuanda Türkçe hitap ediyorum. Arap yoğun olan Antakya’da da hiçbir zaman hiçbir toplantı ya da çalışmamızı Arapça yapamıyoruz. İki dillik tartışmalarını ben çok dilli diye çoğaltmak istiyorum. Kürt halkı yoğun olarak 20-30 yıldır var ama çok bedel ödeyerek bugüne geldiği ve bu bedelin neticesinde kazandığı bir tartışma iki dillilik. Ama Türkiye’de farklı birçok etnik topluluk vardır. O yüzden iki dilli yerine çok dilliliği devlet iki dili çok sakıncalı görürken ben çok dilliliğin tartışılması ve onun insanlığın en doğal hakkı olduğunun devlet tarafından kabul edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda kendi anadilimizle şekillenmiş duygularımızın ve düşüncelerimizin devlet tarafından yok edilmek istendiğini düşünüyorum. Özerkliğe gelince bir devlet biçimi olması gerektiğini düşünüyorum. Hakikaten bugün ülke yönetilemez bir hale gelmiştir. Çok hantal bir sistem mevcuttur. Yerellerin bu anlamda geliştirilmesi zorunludur. Bir takım yetkilerin onlara devredilmesi Antakya’nın özerk bir bölge olması diğer illerde doğuda bir takım illerin özerkleştirilmesi kendi yerel politikalarını hayata geçirmesi oradaki kültürlerin bu anlamda korunması, yaşanması, geliştirilmesi, devletin artık bu bölünme fobisinden artık çıkması gerekiyor. Kürt kelimesinden dolayı bölücülükle yargılanırken bugün çok ciddi bir aşama kaydettiğimizi düşünüyorum. Özerklik tartışılabilir bir hale gelmişken tabu olarak kabul edilebilen birçok şeyi tartışabilir bir hale gelmişken hükümetin çok daha cesur adımlar atmasını ve bu anlamda bunları yasal güvence altına alması gerektiğini düşünüyorum. Bir insanı insan yapan unsurların başında dil geliyor ise ana dil bunun temelidir. Ülkenin dil yoluyla bölünmesinin çok mümkün olmadığı böylelikle görülecektir. Bütün bu sorunlar demokratikleşmeyle çözülür.
Hatice Can: Demokratik toplum kongresiyle beraber özerklik tartışmalarında ben birkaç sözleşmeyi anımsatmak bakımından söz almak istiyorum. Türkiye; BM’nin belirlediği İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve ondan sonraki uluslararası sözleşmeleri imzalamıştır. İmzaladığı bu sözleşmelerde taahhüt altına girmiş bir ülke. Bu sözleşmelerden demokratik özerklik ve dille ilgili olarak önemli iki sözleşmeden bahsetmek istiyorum. Birincisi BM kişisel ve siyasal haklar sözleşmesi diğeri de BM ekonomik sosyal ve kültürel haklar sözleşmesi. Bu iki sözleşmenin birinci maddesi halkların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini tanımıştır. Türkiye de bu sözleşmeleri imzalayarak kendi meclisinde onaylamış ve ülkemiz bakımından yürürlüğe girmiş olan sözleşmelerdir. Bununla birlikte ülkemizde yaşayan halk ve insanların kendi yazgıları konusunda sosyal, kültürel statüleri konusunda, siyasal statüleri konusunda karar alma mekanizmaları anlamında haklarının olduğunu Türkiye kabul etmiştir. Kabul etmiş ama yürürlüğe konmaya geldiği zaman bunun yerelde kendi coğrafyasında karşılığı bulmaya geldiği zaman ne yazık ki çok büyük sıkıntılarla karşılaşmaktayız. Özellikle bu dönemde güneydoğudan gelmiştir. Kürt sorunundan doğru gelmiştir özerklik talepleri. Zaman zaman Kürt açılımı, demokratik açılımdan söz eden hükümetin aslında bu konuyla ilgili hiçbir açılımı olmadı. Bu nedenle gerçekten tüm Türkiye’de sivil itaatsizlik eylemleri şu anda Güneydoğuda yaşandı. Yaşanmakta olan sivil itaatsizlik eylemleriyle bunun altyapısı yükseltilmekte. Hatay çok başka bir coğrafya. Evet, Hatay ili ilhakla beraber Türkiye ile yaşamayı kabul etmiş bir yöre. Bağımsızken ya da Osmanlı döneminde kimlikleri tamamen unutturulmuş. İlhaktan sonra Arap olanlar Türk olmaya zorlanmış aynı nitelikte insanlar sadece Hatay’da yaşamıyor Adana, Mersin, Tarsus’ta da yaşıyorlar ama burada yaşayanlarda asimilasyon neredeyse tamamlandı. Orda Arapça hemen hemen unutturuldu. Bu sırada Hatay biraz daha kendi özgün yapısından dolayı direniyor. Ben anadil olarak bakıyorum ben Hatay’dan bahsederken ben anadilden bahsetmek istiyorum. Ana dil eğitiminin mutlaka verilmesi gerektiğine inanıyorum. Ve Türkiye’nin imzaladığı cumhuriyetin kurucu sözleşmesi olan Lozan antlaşmasında da ana dili hak olarak tanıdığı da görülmektedir. Yine Lozan antlaşması uyarınca ana dil hakkının yaşama geçirilmesi gerektiğine inanıyorum. Mevcut yasa ve sözleşmelerimizde hem demokratik özerklik hem de ana dille ilgili düzenlemelerin var olduğunu düşünüyorum.
Kenan Kantarcı: Burada ülke çapında yaptığımız bir hata var. Dili biz eğer bir iletişim aracı olarak görürsek bütün bu tartışmaların hepsi biter. Dil bizim kültürümüzü koruyan bir varlık değil. Dil zaten canlı, kültürler biraz daha sabittir. Bir acı yemeği yemek burada işte Hatay’ın Urfa’nın bir kültürüdür. Ben İngilizce de konuşsam acıyı yiyeceğim oruğu, humusu yiyeceğim. Kürtçede konuşsam bunu yapacağım. Eğer bir dili iletişim aracı görürsek bu tartışmaların hepsi bitecek. Çünkü kültürle dilin farklı şeyler olduğuna inanıyorum.
Mevlüd Oruç: Arapça benim için sadece iletişim aracı değil. Arapça benim için benim kültürüm benim inancım benim yaşam tarzım benim ufkum benim işte. Arapçayı benden alırsan beni yok edersin. Şimdi ben ciddi bir şekilde çocuğuma Arapçayı aktaramıyorsam yok oluyoruz bu Türkiye’nin yok olmasıdır. Yani Türkiye’nin eksilmesidir. Ben Türkiye’yi seviyorum. Herkesten daha çok seviyorum. Arapçayı yok ederseniz Türkiye’nin bir parçasını yok edersiniz. Bunu anlatmaya çalışıyorum. Görüşlerimizi bir birimize dayatmanın anlamı yok. İngilizceyi kendi anadilimin yerine koyamam. Türkçeyi de anadilimin yerine koyamam. Türkçeyi seviyor konuşuyorum. En iyi şekilde de öğreteceğim ama anadilimin yerine koyamam. Komik bir şey söyleyeceğim. Binlerce Suriyeliler geliyor her gün Antakya’ya. Antakya trafiğinde adam nasıl hitap ediyor biliyor musunuz ? Yabancı plakalı aracın sahibi buraya gel zaten adam arap Türkçe bilmiyor. İki dilliliği yerleştiremediğimiz için traji-komik duruma düşüyoruz adam anlamıyor. Sağına soluna bakıyor Arapça bilen biri gelsin de şuna tercüme yapsın. Devlet bu duruma düşer mi? Uluslararası koşullar iki dilliliği burada Arapça bilen Türk polisine ihtiyacın var. Arapça bilen zabıtaya ihtiyacın var. Her dairede Arapça bilen elemana ihtiyaç var. Burada Arapça bilen insanlardan temin edip yerleştireceksin. Arapça okuma yazmayı öğreteceksin. Bunu bütün iller için uygulayacaksın. Uluslararası koşullarda ekonomi, para diyorsan böyle kazanılır.
Fikri Sağlar: Kültür Bakanı olduğumda Halk Kültürü Daire Başkanlığı vardı. Ben onun adını değiştirdim. Halk kültürü Genel Müdürlüğü’nü kurdum. Bununla ilgili mecliste benimle ilgili beni düşürmek için gensoru verdiler. Bütçemi de kestiler. Çünkü ben halk kültürleri deyince bu ülkede bulunan değişik kültürlerin kültür bakanı olarak gelişmesini devam etmesini sağlamak zorunda olduğumu anladım. 30–31 yıl önceki bir meseleyi anlatayım size. Bu köyün adı Kanlıosman Köyü. Vali biraz uyanık, diyor ki sıkıyönetim komutanına biz bunlara baskı yapıyoruz cami yapıyoruz köylüler ciddi bir şekilde tepkileniyor. Bunların öteden beri isim değişikliği talepleri var. Bununla ilgili bir çalışma yapalım. Muhatara diyor ki siz bu isimden hoşlanmıyordunuz bu köyün ismini değiştirmek istiyordunuz. Muhtar tabi diyor Aradan zaman geçiyor. Vali çıkıyor ortaya sonra diyor ki ey Kanlıosmanlılar bu devlet öyle büyüktür ki vatandaşın her istediğini yapar her derdine çare olur. Bundan böyle adınız Kanlıosman değil Şanlıosmandır. Muhtarın suratı asılıyor. Vali diyor ki muhtar ne biçim insansınız. İstediniz biz değiştirdik. Muhtar da diyor ki valiye Osman kaldıktan sonra kanlısı da şanlısı da fark etmiyor. Ben Mersin Mut ilçesinin Elmadalı köyündenim. Elmadalı köyünün ismi Elmapınarı oldu. Köyde elmada yok, pınarda yokYani biz 30 yıl sonra belki de 87 yıl sonra düşünce ve ifade özgürlüğü içerisinde bu ülkede çok dilliliği, özerkliği, eyaletleri tartışıyoruz. Şimdi düşünün 89 yılında SHP olarak Kürt raporu isminde bir rapor çıkardık diye mahkemeye verildik. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı partiyi dava etmeye hazırlanıyordu. Kürt kelimesini ağzımıza alamıyorduk. Ama sonucunda demokratik kültür geliştikçe yani demokrasi yaşam biçimimiz haline gelince, yaşamımızın içerisinde demokrasi yerleştikçe birçok sorunun çözüleceğini düşünüyorum. Ama bu aileden başlıyor. Ailede karar verme süreçlerini ailenin tüm bireyleri katılır. Çok dilli bir ülkede yaşıyoruz. Çok dilli çok kültürlü bir ülkenin bu zenginliğini tadamıyoruz. Oysa tadabilmek için gerekli olan imkânlarımız var. Dünya tek dilli dünya globalleşen dünyada tek dile doğru gidiyor iletişim aracı olarak kullanılıyor o dil, o bir kültür değildir. Mevlüt beyin söylediği çok doğru dil aslında yaşam biçimimizi anlatan, düşünce biçimimizi anlatan, düşüncemizi ifade edebilen bir ciddi değer. Türkiye nereden nereye geldi. 12 Eylül anayasasında ana dil Türkçedir diye bir kanun var. Mehmet Ali Eren isminde bir milletvekili arkadaşımız bununla ilgili mecliste yaptığı konuşma sonrasında adeta linç ediliyordu. Bizler araya girdik. Düşünebiliyor musunuz çocuk doğduğu andan itibaren yasaya göre resmi olarak Türkçe konuşmak zorunda. Ciddi bir şekilde kendimiz ve kimliğimizi ifade edebileceğimiz bir ülkede yaşadığımızı, ait olduğumuz kültürden son derece onurluca, korkmadan, farklılıklarımızı ne birbirimiz üzerinde baskı aracı nede aşağılık kompleksi getirecek bir nitelik olmadığını düşünen bir toplum yaratmalıyız. Buda demokratikleşmeyle olur.
Fikri Sağlar: Bizim yaptığımız bir araştırmada Türkiye’deki toplumsal barışı bozan birbirini tamamlayan iki unsur var. Devlet ve siyasi partiler. Devlet ayırımcı, siyasi partiler onlardan daha büyük ayırımcılık yapıyorlar. Bu nedenle siyasi partilerin siyaset yapma biçiminin değişmesi ve bu anlayışla devletin yeniden yapılandırılması gerekiyor ki o zaman çok dillilik, özerklik, yerel yönetimlerdeki güçlenme gibi daha iyi yaşam koşullarının yapılandırılması adına kurulacak olan yönetimler belirlenebilirler. Aksi taktirde bir kısım insan bu düşünce özgürlüğünü ve olması gerekenleri farklı gözle görüyor. İşte bunlardan rant elde etmeye çalışıyor. Diğeri de bu rant karşısında yeni rantlar oluşturma adına yeni dirençler ortaya koyuyor. Bu anlamda BDP’ye teşekkür edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bir proje ortaya koydu. Aşağı yukarı 2009’dan beri tartışılıyor ama referandumla birlikte daha çok hızlandı. Diğer siyasi partilerin sadece buna karşı saldırısından başka bir şey yok. Bunun karşılığında yapılması gereken bence tartışılabilecek yeni projeler koymaktır. Korkmaktan korkmamak gerekiyor. Korktukça bölünme hızlanıyor. Oysa sahiplendikçe ve tartıştıkça bütünleşme olabilir. Demokrasi birleşmenin, kucaklaşmanın en önemli yoludur. Ama demokrasinin dışına çıktığımızda tepkisel anlamda tartışma ötekileştirmeye, daha sonra yabancılaşmaya, daha sonra kin duymaya öç almaya doğru götürür. Ben boş olan sandalyelere hitap ediyorum bu arada. İvedilikle bütün siyasi partilerin ortaya projeler koyması, bu projelerin üzerinde aynen bugün yapıldığı gibi tartışılmasının Türkiye ye büyük yarar sağlayacağını düşünüyorum. Görüyorum ki siz birikimli insanlar bu konular üzerinde tartışmaya hazır, Türkiye hazır. O zaman bunu geliştirmek siyasi partilerin yöneticilerine düşüyor.
Şenol Adıgüzel: Öncelikle ilk kez 1984 yılında büyük şehir belediyeleri Türkiye’nin gündemine geldi. Marshall yardımlarınında tetiklemesi ile Türkiye’de hızlı bir kentleşme süreci yaşanmaya başladı. Ortaya çıkan metropolitan alanlar varolan yasayla artık yönetilemez hale geldi. Bu kapsamda 1984 yılında 3030 sayılı yasa çıkarıldı ve bu yasada bir nüfus ölçütü söz konusu değildi. Ancak şu koşul vardı. Büyük şehir belediyesi olacak bölgede merkez belediyeyle birlikte birden fazla ilçe belediyesinin olması koşulu söz konusuydu ve bu koşula uyan o dönemde İstanbul başta olmak üzere Ankara İzmir büyük şehir belediyelerine dönüştürüldü. 1993’e geldiğimiz zaman hükmet 7 ilde Samsun, Eskişehir gibi belediyeler bu koşul aranmaksızın bir çırpıda büyük şehir belediyesine dönüştürüldü. Her seçim döneminde de siyasiler tarafından kötüye kullanıldı. İlçelere il sözü verildi. İllere büyük şehir belediyesi sözü verildi. Bunun önüne geçilmesi kapsamında da düşünecek olursak, 2004 yılında yeni bir yasal düzenleme yapıldı. 5216 sayılı yasa. Bu yasayla nüfus ölçütü getirildi. Denildi ki, büyük şehir belediyesi olacak alanda mutlaka 10 km içerisinde 750 bin nüfus olması gerekir koşulu getirildi ve en az 3 ilçe ya da belde belediyesi olma koşulu getirildi. 2011 yılındayız, önümüzde seçim var. Türkiye de her zaman seçim yılı geçim yılıdır. Yine sözler havada uçuşmaya başladı. Bazı ilçelere il sözü verilmeye başlandı. Antakya’nın da içinde olduğu, Malatya, Urfa, Trabzon gibi belediyelere de büyük şehir belediyesi olma sözü verildi. Peki, neden belediyeler büyük şehir belediyesi olmaya çalışıyorlar. Çünkü hem yetki, hem sorumlulukları artıyor, hem de daha fazla gelir kaynağına sahip oluyorlar. Örneğin belediyelerin bir öz gelir kaynakları var, bir de merkezi hükümetin aktardığı gelir kaynağı var. Örneğin merkezin topladığı genel vergilerin her ay belli bir kısmı nüfus ölçütüne göre belediyelere aktarılır. Nüfus ölçütünün yanı sıra başka ölçütlerde vardır. Bu aktarılan gelirlerin %35’i doğrudan her beldeye, eğer büyük şehir belediyesi sınırları içerisindeyse beldelere ve şube belediyelerine ve ilçelere aktarılan gelirin %35 i büyük şehir belediyesine doğrudan aktarılır. Bu ek gelirdir. Başka, örneğin ÇTV’ni normal belediyeler toplar ve normal belediyelerim topladıkları verginin % 20 sini mutlaka her ay mutlaka büyük şehir belediyesine yatırmak zorundalar ama bir koşulla mutlaka bu % 20’lik dilimi katı atık tesisi yapımında onarımında kullanmak koşulu ile bu kısmı aktarırlar. Bunun gibi farklı farklı avantajları vardır. Şimdi sözü Antakya metropoliten alanına getirecek olursak, Hatay metropoliten alanına getirecek olursak; Antakya’da olduğumuz için hepimiz görüyoruz. Antakya metropoliten alanı yönetilemez hale gelmiştir. Neden yönetilemez hale gelmiştir. 1990’lı yıllardaki oldubittiye getirilen ve o dönemde kurulan belde belediyelerinden kaynaklanmaktadır. Antakya belediyesi bildiğiniz gibi 1939 yılında kurulmuş. Antakya merkez ilçenin içerisinde 21 tane belde belediyesi var. Bunlardan yalnızca Harbiye Belediyesi 1939’da kuruluyor. Serinyol Belediyesi de 1968 yılında kuruluyor. Diğer tüm belediyeler, 19 belde belediyesi 1990’lı yıllarda kurulmuş. Neden ayrı ayrı beldelerde tutulmaya çalışılmış bu kesimler. Bu 19 belde belediyesinin nüfuslarına bakalım. Gerçekten Antakya metropoliten alanı büyük şehir belediyesi olabilir mi? 2010 verilerine göre merkez Antakya belediyesinin nüfusu 202 bin. 2009 seçimleri sonuçlarına baktığımız zaman, merkez belediyede sağ oylar 25 bin fazladır. Ancak beldeleri içine katarsak bu defa 2009 yılı seçim sonuçlarına baktığımız zaman 30 bin sol oylar fazladır. Şimdi ne yönde bir karar verilecektir? Eğer 0–20 km. içerisindeki belediyeler büyük şehir belediyesi kapsamına alınırsa, gelecekte Antakya Belediyesinde 3–4 dönemdir belediyeye hakim olan anlayış belki de yıkılacaktır. Yani etraftaki o belde belediyelerinin oylarını göz önünde bulundurduğunuzda muhtemelen sol bir anlayıştan gelen, sol bir tandanstan gelen bir belediye başkanı kenti yönetmeye başlayacaktır. Hükümet bunu göze alacak mıdır? Bu riski uzaklaştırmak için hükümetin metropoliten belediye alanını daha da genişletme eğiliminde olduğu da tartışılmaktadır. Yani yakın ilçe belediyeleri vardır. Yani 20–25 km. uzaklıkta Reyhanlı, Kumlu gibi. O ilçelerin sağ oy potansiyelinden yararlanarak şimdi var olan durumu devam ettirmek eğiliminde mi olacak hükümet yoksa belirttiğim gibi sınırlı tutup zaten 5216 sayılı yasa diyor ki 0–10 km.’de 750 bin nüfus oranına sahip olması gerekir. Ama bunu tutturamayacağı açıktır. Sadece 400 bine yaklaşmıştır 20 km.deki nüfusu kattığımızda. Dolayısıyla önümüzdeki dönemlerde göreceğiz. Hükümet 0–20 km. içinde mi tutacak, yoksa ilçeleri de içine katarak genişletecek mi, o ortaya çıkacaktır.
Fikri Sağlar: İkinci kademe Büyükşehir belediyelerinden biri de Mersin’dir. Mersin’in de içinde olduğu ve hocamın saydığı ikinci kademe Büyükşehir olan illerin kararın veren hükümetin üyesiydim. İlçe kurulmadı ama ilçe belediyeleri kuruldu. Şimdi ilçeler kuruldu. Resmi ilçeler kaymakamlıklarla birlikte. Büyükşehirler belediyelere ne katıyor, ya da belediyeler Büyükşehir olunca ne kaybediyor bunların iyice analizinin yapılması lazım. Ama kazançları kayıplarından büyük. Ancak alt ve üst belediye başkanları aynı anlayışta, frekansta olurlarsa. Olmazlarsa bu mümkün değil. Mesela Mersin’de biz bunu yaşıyoruz. İki alt belediye ve Büyükşehir belediye başkanı aynı partiden. Diğer ikisi de iki ayrı partiden. Bunlar hizmet görmüyor. Ankara bunun en somut örneklerinden biri. Çankaya ve Yenimahalle belediyeleri ile Melih Gökçek arasındaki atışmayı görüyorsunuz. O nedenle kentte buna hazır olmalı. Ama demokrasinin gereği herkes ayrı olabilir. Ayrı partilerden seçilen belediye başkanları uyum içinde olabilir. Yani yasaların verdiği hizmet anlayışı içerisinde çalışmak zorundadır. Bizde öyle olmuyor. Particilik olmuyor. Bunları da bilginize sunmak istiyorum.
Mevlüd Oruç: Ben evet Antakya Büyükşehir olmalıdır diyorum. Antakya çok hızlı gelişiyor. Bu hızlı gelişimin getireceği sorunlar mevcut durum ile çözülemez. Yani Büyükşehir belediyesi statüsü yardımcı olabilir. Bence yerel yöneticiler değişimi ve gelişimi hala anlayamamış durumda. Eski tas eski hamam idare edeceklerini sanıyorlar. Buna valilik, kaymakamlık ve bütün belediyeler kamunun bütün kurum ve kuruluşları gelişime ayak uyduramadı. Büyükşehir statüsü sorunları bütünüyle ele almayı sağlayabilir. Hocamızın dediği gibi %35 gelir önemlidir. Büyük şehir uygulamasının avantajı ve dezavantajı var. Bu kamu kuruluşları ve valiliğin neden ayak uyduramadığını örnekle söyleyeyim. Demin bahsettiğim gelen Arap turist ve insanlara trafik polisinin hala Türkçe hitap etmesi bu başlı başına arkadan nal toplamak gibi bir şey. Bu büyük şehirle alakalımıdır. Belki büyük şehir daha büyük düşünür bunu çözer. Ama valilik ve belediye bunu göremedi, hala 1920’lerin kafasıyla hareket ediliyor. Bir örnek daha veriyorum. Antakya Ortodoks Patrikhanesi hala kapalı vb. uygulamalar mesela gadir hum bayramı Antakya’da tatil olabilmeliydi. Mevcut seçilmiş ve atanmışlar bunu göremedi. Büyükşehir belediyesi avantaj sağlayabilir ama dezavantajları en aza indirmek şartıyla. Demin hocamız bahsetti. Bana göre beldelerin oluşması merkez belediyeyi sınırlandırdı da. Mesela merkez belediyesi direk Harbiye veya Serinyol’a müdahale edemiyor. Daha önce bazı insan ve kesimleri bazı şeylerden dışlayıp ayırmak için beldeler oluşturuldu. Şimdi bu sınırlandırmayı kaldırmak için aleyhte de olabilir lehte de olabilir, beldeler birleştiriliyor. Lehte olursa destekleriz. Avantajı olursa evet diyorum. Burada benden söylenmesini istenen bir sorun var. Pazartesi gününden beri Abdurrahman Melek caddesinde parkmetre uygulaması başladı. Esnaf büyük mağduriyet içindedir. Burada basın varsa bilinmesi açısından söylüyorum. Valilik ve belediyenin konuya eğilmesi lazım. Esnaf buraya geldiğimi ve toplantıya katıldığımı biliyorlar. Orada her gün kavga oluyor. Alışveriş etkilendi. Bu sorunun çözülmesini istiyorlar.
Ahmet Hamdi Ayan: Büyük şehrin lüzumu konusunda bir ihtilaf yok üç aşağı beş yukarı herkes aynı şeyi düşünüyor. Ama neden olamayacağımı söylerken buradaki Arap Alevilerinin siyasal pozisyonlarını yani daha açık bir şekilde CHP tarafında pozisyon aldıklarını ifade etti. Bu anlamda hocamıza teşekkür etmek gerekiyor. O anlamda Arap Alevilerinin CHP tutkusunu garipsediğimi söylüyorum. Hocamız oraya bağladı ama bu önemli esas nokta o. 90’lı yıllardaki belde belediyelerindeki CHP oylarının merkeze yansımaması için yapıldığını çocuklarda biliyor. Tarih meraklısıyım. Çanakkale savaşlarına gidiverelim. Feridun Kandemir, Esat Paşa anılarında şöyle diyor. 77. ve 72. alay askerlerini Mustafa kemal reddediyor diyor ki bunlar Nusayri ve Süryani bunlar savaş karşıtı adamlar bunları alın bana gerçek Türk delikanlılarını verin diyor. Kaynaklarda var, Esat Paşa’nın Feridun Kandemir’in anılarında var. Bunu şunun için söylüyorum. İttihat ve Terakkinin ırkçı yönetiminde bile aleviler eşit yurttaş olarak askere alınıyordu. Öbür tarafını takdirlerinize bırakıyorum. Bir şey daha söyleyeyim. Bunu Arap Alevileri unutmuş gözüküyorlar. 1939–1950 arasında Hatay Alevilerinin nüfus cüzdanında Eti Türkü yazıyordu. Bu büyük bir ayrımcılıktı ve bunu demokrat parti gelince kaldırdı. Türkiye’deki azınlıklar, Tanzimat’tan beri batılı politikalarla özgürleştiler. Bunu da açıkça söylemek gerekiyor. Bu süreçte de iktidar partisinin AB sürecinde hoşuna gitmese de atmak zorunda olduğu bir adım oldu. İçi boş olsa da Roman açılımı, Çingene açılımı, alevi açılım oldu. Şimdi bu anlamda biraz daha özeleştiri yaparak dünyalı politikaların Hataylı aleviler tarafından da benimsenmesinin yolu nasıl olur onu anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Şunu da belirteyim Arap Alevilerinin Gadir Hum ile ilgili günlerinin bayram ilan edilmesini ilk isteyenlerden biri benim. İki yıldır da o gün ben çalışmıyorum. Protesto anlamında hatta geçen sene çocuklarımı okula bile göndermedim. İnanç özgürlüğü derken herkese. Bu anlamda yapılanlara bir derecelendirme yapmak gerekiyor. Önümüzde bir AB süreci var ve bu AB sürecini Kürtler, Aleviler azınlık gruplarda sahiplenmeli diye düşünüyorum. Bu anlamda Hatay’da belki adım atarız. İnsanlar birbirlerine biraz daha yaklaşır diye düşünüyorum.
Hatice Can: 1979 yılından beri Antakya’da yaşıyorum. İlimizde beldeleşme bir zorunluluktan kaynaklandı. Politik tercihten değil. Neredeyse mahalle sayılan köyler Antakya’ya katılmayarak ve hizmet alma konusunda da büyük bir ayrımcılık yapılarak beldeleşmek zorunda kaldılar. Beldeleşme 90’lı yıllarda oldu. Bütün köylerin politik tercihleri sol’du. CHP değil, soldu. Belki o dönem CHP var diye CHP’liydi. Bir dönem SHP idi. Yani sol bir dönem % 90’a varan oy alıyordu burada. Ancak bu beldeleşme olumsuz çok şey getirdi. Sağın da örgütlenmesini de getirdi ama. Hocamız sayıları verirken beldeler de 30 bin fark diye sağın oylarını söylediniz ama beldeleşme olmadan önce bu beldelerin oyu % 90 solda idi. Ancak sağda beldeleşmeyle oraya girdi ve bir takım aileleri oraya taşıyarak aday üreterek yavaş yavaş hem gelişti hem oy aldı hem de kemikleşmeyi sağladı. Yerel yönetimler yasası burada uygulansa idi. Ve aslında 1 km yerel ve mahalli yönetimler yan yana 5 km mesafede olan yerlerin birleşmesi gerekiyordu. Antakya’da bu yaşama geçmedi. Örneğin Çekmece, Odabaşı Kuzeytepe, Turunçlu, Güzelburç ve Dursunlu hepsi Antakya ile bütündü. Bu beldeleşmenin yapılmasının nedeni o dönemde hizmet alamayan köyler ne yazık ki beldeleşme ihtiyacı duydu. Bu kaynak israfı küçük belediyeler hizmet yapamıyor kaynakları kısıtlı. Merkezi anlamda da Antakya daraldı hizmeti yaygınlaştıramıyor. Çünkü Antakya büyüyor kabına sığamıyor. O zaman aslında Büyükşehir belediyesi tırnak içinde olmasa bile bütün bu beldelerin Antakya’ya katılması büyük bir zorunluluk ve ihtiyaç var buna. Merkezden bu planlamanın yapılması lazım. Antakya nereye doğru büyüyecek. Şu anda çevre yolunda büyük bir büyüme var. Henüz çevre yolu yerleşime açılmadı. Konutlaşma yavaş yavaş başladı. Bunların hepsi politikti. O nedenle bu küçük belediyelerin Büyükşehir olur ya da olmaz Antakya’ya katılması gerekiyor. Bu 5 km. meselesi düşünüldüğünde Harbiye bile Antakya’ya katılabilecek konumda. Belediyeler merkeze katıldıkça o 5 km. mesafesi büyüyor, Serinyol bile daha yakın oluyor merkeze. Büyük şehir olur muyuz olmaz mıyız nüfus yetmiyor ama yeni yasayla nüfus oranı tekrar yükseltildi diye biliyorum. Şu anda yasa tasarısının hazırlandığını da biliyoruz. Umarım o küçük belediyeler merkeze katılır o zaman politikalar daha farklı yapılır ve herkes hak ettiği hizmeti alır diye düşünüyorum.
Sonay Yolcu: Öncelikle şunu söylemek istiyorum. Antakya büyük şehir projesinde arkadaşlar bahsetti burada dönen bana göre küçük bir oyun. Öncelikle Kırıkhan ve Reyhanlı büyük şehir projesinde değilken sol oylar hesaplandı ve bakıldığında sol oylar çok daha fazla olunca da Reyhanlı ve Kırıkhan ilçelerini katma girişimlerinde bulunuldu. Bana göre yine bu ülke solu her ne kadar sevmiyorsa da, burada da bir oyunun döndüğünü düşünüyorum.
Mithat Can: Belediyeler doğrudan doğruya demokrasinin beşiğidir. Doğrudan doğruya halkın kendi isteğiyle yönetilmesidir. Bu anlamda şehir belediyesinin gelişmesi bence demokrasinin gelişmesi bakımından olumlu bir katkıdır. Teknik bakımından getirisi götürüsü bir hesap işi. Bunun dışında demokrasinin gelişmesi, halkın bilinçlenmesi, çalışan işçilerin örgütlenmesi ve bunların demokrasinin gelişmesine katkı sağlayacağını düşünüyorum. Bu anlamda oy hesabı yapmadan kim belediyeyi alırsa alsın, kim başkan olursa olsun çok sorun değil. Sorun olan burada demokrasinin gelişmesi, insan haklarının gelişmesi ve insanların bilinçlenmesidir.
Şenol Adıgüzel: Türkiye’nin gündeminde olan büyük şehir belediyesi olması düşünülen 4–5 il var. Hiç birinin de nüfus ölçütü 750 bin değil. Kimi 400 kimi 500 bin eşiklerinde. Ama sanırım bu miktar da önemli olmayacak. Antakya ile ilgili bir şeyin altını çizmek istiyorum. Antakya’da kentsel toprak çok değerli. Yani bütün ülkede çok değerli ama Antakya’nın özel bir konumu var deprem bölgesi. Yani dikey büyüme değil yatay büyüme var. Kentler diğer yerlerde dikey olarak büyürken Antakya yatay olarak yayılmak zorunda. Bu yüzden Antakya’da toprak çok değerli. Adalet Bakanının Antakyalı olması, havaalanının buraya yapılması siyasilerin gözünü buraya çevirdi. Gidip gelmeye, havadan gözlemlemeye başladılar. Yukarıdan görmek çok önemli. Yakında Büyük şehir belediyeleri oluşturulacaksa mutlaka içinde Antakya olacaktır. Antakya ve çevresi çok değerli tarım topraklarına sahip. Gelecekte ne olur bilemiyoruz ama siyasilerin bu durumu göz önünde bulundurmaları gerekir. Türkiye 80’li yıllardan bu yana kendine yeten bir tarım, gıda ülkesi olmaktan çıktı. Çok Teşekkür ediyorum.
Fikri Sağlar: Evet, ülkemiz demokratikleşme doğrultusunda önemli adımlar atıyor. Bu adımlar, siyasilerin engellemesine karşın toplumsal gelişim içerisinde oluyor. Toplumun bilinçlenmesi daha hızlı. İletişim araçlarının en üst düzeyde kullanıldığı globalleşen dünyada kişilerin bireysel bilgi edinme imkânları da var. Dolayısıyla bilinç düzeyleri eskisi gibi değil ve bu sebeple ciddi bir değişim var Türkiye’de. Ancak ben bu değişime ayak uyduramayan siyasilerin ve siyasi örgütlerin bir tehlike yarattığı düşüncesindeyim. Demin Şerif Bey’in söylediği anlamda; eğer siyasiler doğru algılarlar ve değişime doğru katkılarda bulunabilirlerse o değişim hızlanıyor ve daha da önemlisi temelleniyor. Ama siyasiler değişimin karşısında durur ve algılayamazlarsa, farklı anlatırlar ve farklı tepkiler gösterirlerse orada bir çatışma söz konusu oluyor. Çatışma ayrışmaya, ötekileşmeye ve yabancılaşmaya ve ön önemlisi daha sonra kavgaya dönüşüyor. Yani bir korku yaratmak birleştirmeyi değil, ayrışmayı ve herkesin yabancılaşmasına neden oluyor. Onlarda ayrışmayı getiriyor. O nedenle korkutmak değil korkmaktan korkmak gerekiyor. Yani korkutanı siyasi anlamda önder olarak kabul etmemek gerekiyor. Bu siyasi çerçeve içinde baktığımızda yerel yönetimlerin kendi idarelerinin kendi iradeleriyle sürdürebilmeleri son derece önemli. Büyükşehirler de doğru kullanıldığı takdirde son derece yararlı oluyor. Çünkü milli hâsıladan büyük pay alıyor ve doğru kullanıldığında yaşam standardı yükseliyor. Her şeyden önce denetleyen yurttaş sorumluluğu artmadığı için siyaseti denetleyen yurttaş geride kalıyor. Büyükşehir’e adım atılırsa Antakyalıların daha dikkatli seçim yapmaları gerekiyor. Büyükşehir’de hocamın dikkat çektiği gibi bazı şeyler çok kolay ranta da dönebiliyor. Antakya bir tarım kenti idi ama Antakya artık bir turizm kenti olmalı. Rant alanı haline getirilmeden önemli olan konumu Antakya’nın kullanması gerekiyor.
Öneriler:
1. Öneren Fikri Sağlar –Moderatör; Siyasi Parti İl Temsilcilerinin toplantılara katılıp, seçen ve seçilenlerden sonra görüşlerini aktarması sağlanmalıdır. (Eğer bir ilin Siyasi Parti il ve ilçe başkanları bu tip platformlarda etkin rol aldığını görürse belediye başkanları ve milletvekilini o platforma taşır. Bunun bilinmesi gerektiğine inanıyorum. Evet öncelikle söz sırasının sivil toplum örgütlerinde olduğu, sonra vekillerin daha sonra da izleyicilerde olduğunu biliyorum. Ama belki de son sözlerden ve önemli sözleri de siyasi partilerin temsilcilerinin yapması gerektiğini de burada belirtmek isterim. Siyasi parti temsilcisi sonunda sivil toplum örgütlerinin taleplerini iktidarda veya muhalefette yönlendirecek, takipçisi olacak konumdadırlar.)
Ortak sonuç: –
Değerlendirme:
İletişim:
a. Sivil toplum ile;
36 Sivil Toplum Kuruluşuna E-Posta, SMS ve telefon ile ulaşıldı.
b. Milletvekilleri ile;
Faks, e-posta ve SMS’lerle milletvekillerinin tamamına ulaşıldı.
c. Katılımcılarla;
E-Posta ile katılımcılardan konu istendi.
d. Medya ile;
E-Posta adresi bulunan tüm ulusal ve yerel basın temsilcisine elektronik posta gönderildi. Ayrıca cep telefonu bulunan ulusal ve yerel basın temsilcilerine SMS ile davetiye ve toplantı duyurusu gönderildi.
Sonuçlar:
Hatay küçük Millet Meclisi Ocak 2011 toplantısı 8 Ocak 2011 Cumartesi günü 11.00-14.00 saatleri arasında Antakya Ticaret ve Sanayi Odasında yapıldı. Genel Konu olarak " İki Dillilik, Özerklik” ; yerel konu olarak da “Antakya Büyükşehir Olmaya Hazır mı?” konuları konuşuldu.
Toplantının moderatörlüğünü eski Kültür Bakanlarımızdan Sayın Fikri Sağlar yaptı.
Mustafa Kemal Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesinden Sayın Yard. Doç. Dr. Şenol Adıgüzel yerel konu olan “Antakya Büyükşehir Olmaya Hazır mı?” konusu ile ilgili olarak konuşmalardan önce hazırladığı sunumu bizlerle paylaşarak yardımcı oldu.
Milletvekili katılımı yoktu.
Belediye Başkanı katılımı yoktu.
Siyasi Parti Temsilci katılımı yoktu.
Toplantıyı 7 gazeteci ve bir televizyon kanalı izledi.
15 STK katılımı oldu.
İsmini toplantı başında kaydettiren 17 kayıtlı izleyicimiz de toplantıyı izledi. Başkaca ismi yazılı olmayan izleyicilerimiz de vardı.
Değerlendirenler: Ekrem Dönmez- Hatay KMM Hamalı
08.01.2011 Hatay kMM Toplantı Tutanağı
previous post